menu
Stacks Image 2911

TRANS SAHARA

BİSİKLETLE ATLANTİK KIYISINDAN BATI SAHRA GEÇİŞİ

Sahra Çölü: Gündüzleri tek renk, geceleri rengarenk…

Böylesine tekdüze bir coğrafyada bu kadar hayat ve canlılıkla karşılaşacağımı söyleseler hayatta inanmazdım herhalde… Bu kadar renk, tat, ses, koku, hareket… Algılarım bayram etti, duygularım coştu desem yeridir… Hesabı kapatmak için bunca bilenmişken, hayatın bu kadar cömert davranmasına ne demeli bilemiyorum… Bir de asıl önemlisi, biliyordum ama bu bisiklet yolculuğunda bir kez daha farkına vardım ki; aslında iki ben ile yaşıyorum! Çok uzun bir zaman boyunca açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bir tanesinin hiç bir şeyine hükmedemiyorum. Ne nefes almasına karışabiliyorum, ne ne düşüneceğine karar verebiliyorum, ne de ne hissedeceğine. Sanki içine hapsedildiğim kendince takılan biyolojik robot gibi bir şey işte. Bana sormadan kalbi atıyor, karnı acıkıyor, çişi geliyor. Hiç bir dahlim olmadan düşünceler üretiyor. Ve yine bana hiç danışmadan seviyor, kızıyor, hatta deliriyor… Ama bir diğeri de var ki, bence gerçekten beni ben yapan ve geleceğime taşıyacak olan o… O ki bu robot bedenimle yaptıklarımın, düşündüklerimin veya hissettiklerimin iyi veya kötü olduğunu takdir ediyor ve doğrusunu yapabilmem için gereken cesareti verecek iradeyi sağlayarak beni geleceğime taşıyor… İşte o ikisi arasında yaptığım yolculuklardan birisine daha şahit olmak istiyorsanız, buradan buyurun…

Stacks Image 4772
Stacks Image 2913

Evet… Uzun süre düzenli ve modern hayat bana yaramıyor. Önce sıkılmaya ardından da depresifleşmeye başlıyorum. Haliyle, son turun üzerinden üç ay geçmeden yine hem bacaklarımda hem de ruhumda karıncalanmalar başlayınca da pek şaşırmadım.

İyiki de o karıncalanmalar başlamış. O sayede harika bir on gün geçirdim ve şimdi de hikayemi burada paylaşıyorum. Yalnız öncelikle söylemek istediğim bazı şeyler var.

Kendimi ifade edebilmek için bunca uğraşıp bu yazıları yazmama rağmen, hala doğru anlaşılıyor olmamak beni gerçekten sıkıyor. Sanırım bu kişisel/sosyal medya devrinde tam da blogger/vlogger/youtuber’ların altın çağını yaşadığı bir zamanda bu neşriyatı yapıyor olmanın şanssızlığını yaşıyorum.

Yazılarımda sürekli öyle olmadığımı belirtmeme rağmen yine de bu tayfa ile aynı kefeye koyulmak gerçekten de çok can sıkıcı. Bu arkadaşların aksine, benim neşriyatımın amacı herhangi bir maddi-manevi çıkar elde etmek veya bu iş üzerinden sürdürülebilir (popüler jargonuyla; sevdiğim şeyi yaparak yaşantımı idame ettirdiğim) bir hayat tarzı kurmak değil.

Hatta bu zevatla amaçlarımız öylesine zıt ki. Yüz seksen derece farkımız var dersem yanlış olmaz çünkü; bu arkadaşlar bu etkinlikleri üzerinden kendilerine “cazibeli bir kimlik” kurgulama uğraşındayken, benim gerçek uğraşım onca uğraşıp yazılarımda anlatmaya çalıştığım gibi; üzerime yapışmış kimliklerimden kurtulup özgürleşebilmekten başka bir şey değil aslında…

Peki neden yazıyorum? Neler hissettiğimi anlatmak ve bu işin arkasındaki düşünsel altyapıyı ifade edebilmek için. Umudum ise kendinden bunalmış üç beş kişiyi harekete geçirebilmek, hepsi o… Fakat ne yazık ki benim yazarken harcadığım bu emeğin aynısını, karşı taraftan görmek pek de nasip olmuyor…

Aslında pek de şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Devir “Mümkün olduğunca az emek harcayarak mümkün olduğunca çok tüket” devri. Ve aslında bu, şu anki ekonomik gelişmenin de motoru. Bu sayede bir gün çalışmamıza hiç gerek kalmayacağına da inanıyorum. Hani bu iyi bir şey aslında ama beni endişelendiren şey şu; “galiba mümkün olduğunca yapmama” stratejisinin sonu, kafamıza çipleri yerleştirip internete bağlandıktan sonra bir ömür boyu dijital masturbasyon yaparak yatmakla sonuçlanacak. Zaten elindeki telefona konsantre olup saatlerce hareket etmeyen insanları görünce bu işin yarısının gerçek olduğuna emin olmamak elde değil. Geriye bir tek şey kalıyor; o telefonu bir şekilde o kafaların içine monte edebilmek! Onun da pek uzun süreceğini sanmıyorum…

Zihinler bir kere makineye dönüştü mü gerisi de kolay artık. Bu insan halimizle bile; “Kimsin sen? Nedir insan? Neden yaşıyoruz?” gibi soruların cevapları, tüketmek kadar ilgimizi çekemediği için; “Ha insan, ha makine” pek sorun yok bence…

Mesele şu ki; ben yine de kim olduğumu bulmak istiyorum… Ve tecrübemle sabit ki bunun yolu öncelikle elimde olanı, yani bedenimi, düşüncelerimi ve hislerimi tanımaktan geçiyor…

Nasıl? Aslında basit; yüzbinlerce yıl boyunca açık alanlarda avcı toplayıcı olarak yaşamak için evrimleşmişken, neredeyse hiç hareket etmediği modern hayatın içinde giderek yabancılaşmış kendimi yine o ait olduğu ortama sokup aramızdaki uçurumu ortadan kaldırmak. Sonrası kendiliğinden geliyor zaten…

Uzun lafın kısası; ben Blogger da değilim, maceracı da… Hele bisiklet yarışçısı veya turcusu hiç değilim… Peki neyim ben? Basit aslında; kendim hariç her türlü rolü oynamamı bekleyen modern hayatın girdaplarından kaçarak, içindeki gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen uçsuz bucaksız dünyalara yolculuk yapan ve, “Belki birilerini daha uyandırırım” diyerek yaşadıklarını paylaşmaya çalışan bir ölümlüyüm sadece…

Her neyse, biz turumuzun, yani gerçek hayata dahil olmamızın hikayesine dönelim…

NO MANS LAND

Hem kış mevsiminde oluşumuz, hem de önceki seneden çöl ile aramda Avustralya’dan kalma bir hesap olduğu için, neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamını kaplayan Büyük Sahra Çölü’ne yapılacak bir tur fikri beni oldukça heyecanlandırıyordu.

İlk olarak Mısır’ı incelemeye alıp, olası rotaları incelemeye başladım. Nil boyunca çölün içerisine doğru yapılacak bir tur uzun zamandır aklımdaydı. Ama dış politikadaki anlaşmazlıklarımız sebebiyle vize konusunda oldukça problem çıkarttıklarını keşfedince hevesim kaçtı. Zaten oldum olası bu vize işine gıcık olduğum için Mısır’dan vaz geçmek hiç de zor olmadı. Direk insan haklarına aykırı bu muamma her aklıma geldikçe sinirlerimi zıplatır zaten. Kimin dünyasına kimi almıyorsunuz ? Havasını pisletirken, madenlerini sömrürken veya topraklarını çıkarlarınız uğruna .iç ederken bana sormuyorsunuz ama ben gezmek istediğim zaman size soracağım, öyle mi ? Hadi oradan…

Her neyse, biraz daha araştırma yapınca, özellikle de meteorolojik çalışmamın ardından Atlantik kıyısı oldukça öne çıkmaya başladı. Hem Atlantik’teki soğuk Küçük Kanarya akıntısının ılımanlaştırdığı iklimi, hem de bir yanımda çöl diğer yanımda okyanus varken sürebilecek olmamın cazibesi kararımı oldukça kolaylaştırdı.

Üstelik turumu başlatmaya karar verdiğim Fas Türkiye’ye vize de uygulamıyordu. Akabinde geçeceğim ülke olan Batı Sahra için ise durum biraz acayipti. Önceleri İspanyol sömürgesi olan bu ülke, İspanyolların çekilmesi ile birlikte “No Mans Land” oluvermiş. Yerli halk bağımsızlık istiyor ve komşu ülkeler olan Fas, Moritanya ve Cezayir bu topraklarda hak iddia ediyorlar. Uyanık Fas biraz erken davranıp bu topraklara el koymuş, yani şu anda ülkede ‘defacto’ Fas yönetimi var ve Batı Sahra diye ayrı bir ülke olduğunu kabul etmiyor. Komşu ülkeler olan Moritanya ve Cezayir her ne kadar bu duruma gıcık olsalar da, hem parasızlıktan, hem de “Attığın taş ürküttüğün kuşa değmeyecek” hesabı, Fas ile savaşmak yerine durumu çözümsüzlüğe havale etmeyi tercih etmişler. Haliyle Birleşmiş Milletler’de de bu topraklar ile ilgili herhangi bir tanıma veya mutabakat söz konusu değil. Sonuç olarak burası aslında işgal altında bir “No Mans Land”.

Sonunda kararımı verip; Fas’ın güneyinden başlayarak Batı Sahra boyunca yaklaşık bin kilometre sürecek bir çöl geçişi için düğmeye basıyorum. Aslında beş altı yüz kilometre daha devam edip Kuzey Moritanya’yı da geçerek turu Nuakchott’da bitirmek planlama açısından kaçırılmayacak bir fırsat gibi duruyor ama Fas ve Moritanya arasındaki husumet ve komşusu Fas’ın inadına Moritanya’nın Türkiye’ye vize uyguluyor olması üzülerek de olsa bu opsiyondan vaz geçmeme sebep oluyor. Şu vize işine gerçekten de çok gıcık oluyorum…

Marakeş’e uçtuktan sonra otobüsle Fas’ın en güneydeki şehri Tan-Tan’a inip turuma oradan başlayacak şekilde planımı tamamlıyorum. Yaklaşık bin kilometrelik bir çöl geçişinin ardından Batı Sahra’nın çölün göbeğindeki incisi ve dünyanın en iyi Kite-Surf merkezlerinden birisi olarak gösterilen Dakhla’da finiş görecek olmak ise planın gerçekten en güzel yanı oluyor. Kötü olan ise hala önümde beklemem gereken bir aya yakın bir süre olması…

GEÇEN YILDAN KALAN HESAP

E tabi o kadar zaman sadece beklemekle geçmeyeceğinden ben de kendimi hazırlıklara veriyorum. Zaten çöl ile aramızda Avustralya’dan kalan kapanmamış bir hesap var. Önceki yıl o kadar uğraşmama rağmen bana yol vermediği için bu tur benim için ayrı bir anlam taşıyor. Ne yapıp edip bu hesabın kapatılması lazım.

O yüzden hazırlıklara daha bir dört elle sarılıyor, en ufak detayların üzerinden bile defalarca geçiyorum. Zaten her ne kadar bu iş daha çok bisiklete binmek gibi görünse de aslında o görünen sadece buzdağının üst kısmı. Uzak coğrafyalarda beş on günlük bir bisiklet turu için; meteorolojisiydi, ekipmanıydı, yemesiydi, içmesiydi, uçuşuydu, konaklamasıydı, antrenmanıydı, diyetiydi, beslenmesiydi, vs, vs, nereden baksan en az bir aylık bir hazırlık çalışması gerekiyor.

Neyse ki gerekiyor ve bu sayede günler çabucak geçmeye başlıyor. Avustralya’da iki yüz kilometrelik blok mesafeleri geçecek ekipmanım olmadığı için çöl etabını atlamak zorunda kalmıştım. O yüzden özellikle ekipman işine odaklanıyorum.

Öncelikle su taşıma işinin halledilmesi gerekiyor. Ciddi efor sarfeden ortalama bir insanın bir günde ihtiyaç duyduğu içme suyu miktarı beş litre. Benim durumumda ise bunu en az altı litreye çıkarmak gerekiyor. Ön maşanın iki yanına taktığım iki adet bir buçuk litre pet taşıyıcısıyla üç litreyi garantiye alıyorum. İkisi kadro içinde ve biri de kadro altında olmak üzere üç tane altı yüz mililitrelik matarayı da ekleyince kapasite dört nokta sekiz litreye çıkıveriyor. Buna bir de küçük sırt çantamda taşıyabileceğim bir buçuk litrelik pet şişeyi kattığımda beş litrenin üzerini garanti altına almış oluyorum ki bu maksimum on beş on altı saatlik bir sürüş için oldukça yeterli.

Ardından konaklama işi için çadır, uyku tulumu ve mat işine odaklanıyorum. Bisikletçiler için üretilmiş çok hafif bir çadır olan Ferrino mtb2 tam da derdime ilaç oluyor. Şişme bir mat ve on derece üstü bir uyku tulumu ile tüm konaklama işini üç kilonun altında halledince gerçekten de mutlu oluyorum. Ama yine de Avustralya gezime göre su ve konaklama yüzünden en az altı kilo ekstra taşıyacağımı unutmamam gerekiyor. Onun için de gitmeden önce sıkı antrenman yapmayı unutmamam gerek.

Sıradaki mesele ise lastikler. Yolun durumunu bilmediğim için ne kadar korumalı olsa da katlanır yol lastikleri ile gitmek pek güvenli değil. Çölde çok fazla top diken olduğunu da biliyorum. Üstüne üstlük asfaltın üzerinden kum hiç eksik olmuyor. Hem çok fazla konaklama seçeneği olmadığı için asfalttan ayrılmam da gerekebilir. Tüm bunları alt alta ekleyince ağır olmasına rağmen daha fazla korumaya sahip ve dişleri olan tur lastiklerine yöneliyorum. Altı kilo ekstranın üzerine bu da beni yavaşlatacak ama her şeyin bir bedeli var işte…

Tur lastiklerimi, konaklama ekipmanımı ve beş litre suyumu yükleyip deneme sürüşüne çıktığım ilk gün moralim biraz bozulmuyor değil hani. Bu, önceki sürüşlerime hiç benzemiyor. Zaten sürüş zevkine çok önem verdiğim için turlarımı safkan bir yarış bisikleti ile yapıyorum. Mümkün olan en hafif ve hızlı seyir opsiyonlarına göre planlamaya alışmışken böylesine ağırlaşınca kendimi birdenbire yirmi kilo almış bir sporcu gibi hissediyorum ki, hiç hoşuma gitmiyor.

Ama yapacak bir şey yok. Bir kere düğmeye bastım ve eğer şartlar bana uymuyorsa, o zaman bana da kendimi şartlara uydurmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Mecburen sıkı bir antrenman programı hazırlayıp uygulamaya başlıyorum.

Başlangıçta hiç fena gitmiyor. Hatta tam keyfim yerine gelmeye başlıyor ki asıl zorlu darbeyi alıyorum.

GİDERAYAK ÇIKAN OMUZ

Yine sahilde yaptığım antrenman sürüşlerinden birinde olan oluyor. Bir kaç keredir biniyor olmama rağmen hala bir türlü alışamamış olduğum tur lastiklerine bakarken, başka birisinde görsem bir türlü inanamayacağım bir şekilde düşüyorum. Hatta düşmüyorum, sahildeki kayaları sınırlayan duvara yanlamasına çarpan Karayel’in üzerinden uçup, havada yarım takla attıktan sonra sırt üstü kayaların üzerine yapışıveriyorum.

Artık nasıl düştüysem bir anda duvarın üzeri insanlarla doluyor. Kendimi yoklayınca hislerimin yerinde olduğunu fark edip seviniyorum ama bir gariplik var. Bir iki denemeyle sol tarafımı oynatmaya başlamama rağmen üzerine düştüğüm sağ tarafımı, özellikle de kolumu bir türlü oynatamıyorum.

Yardıma gelenlerin sol kolumdan tutup beni çekmeleriyle tekrar yukarıya çıkmayı başarıyorum ama sağ kolumu oynatamadığım için dünyam başıma yıkılmış bir haldeyim.

Bir yandan iyi olup olmadığımı anlamak isteyen insanlara cevap vermeye, diğer yandan da azıcık dahi olsa kolumu oynatmaya çalışıyorum. Ama bütün çabalarıma rağmen zerre kıpırdamıyor. O sırada nerden geldiğini bilmediğim bir düşünce, hatta düşünce bile değil bir dürtüyle, sol elimle sağ kolumu omuzumdan kavrayıp aniden öne doğru çekiveriyorum.

Kısa ama çok keskin bir sancının ve belli belirsiz duyulan bir tıklamanın ardından sanki taşlar yerine oturuveriyor. Ve az önce ağlamak üzere olan ben sağ kolumu yeniden hareket ettirebilmeye başlamamla birlikte önce ufaktan sonra baya baya gülmeye, insanlar da “Kafayı yemiş” dercesine birbirlerine bakıp kafa sallamaya başlıyorlar.

Bir süre duvarın üzerinde oturup insanları iyi olduğuma ikna ediyor, ardından Karayel’i yedeğime alarak yavaş yavaş eve dönüyorum. Kolumu yerine oturttuğum için çok sevinçliyim ama, bir iki denememden sonra çok fazla kullanamadığımı fark etmemle birlikte keyfim yeniden kaçıyor. Tam da gider ayak olacak iş miydi bu şimdi?! Bir süre hıncımı lastiklerden almaya çalışıyorum ama yağma yok. Kimsenin ama benden başka kimsenin bu işte bir günahı yok…

Sonraki günler oldukça sıkıntılı geçiyor. Omuzluk takıyorum ama yine de kolumdaki ağrılar ve o boşluk hissi arzu ettiğim kadar hızlı bir şekilde iyileşmiyor. Umudumu yitirmemeye çalışarak hafif ama düzenli antrenmanlarıma devam ediyorum. Ve sonunda gitmeme üç gün kala yaptığım, yüz kilometrelik tam yüklü sürüşü problemsiz tamamlamayı başarınca dünyalar nasıl benim oluyor tahmin edersiniz herhalde.

BENİM KAHRAMAN; ANTİ-KAHRAMAN

Sonunda sayılı günler bitiyor ve bir Cuma sabahı Marakeş uçuşundaki yerimi alıyorum. Uçak neredeyse tamamen dolu.

Koltuğuma yerleşip daha kalkışı beklemeden hemen ilk filmimi; yani “Joker”i açıp izlemeye koyuluyorum. Aslında film izlemek favori etkinliklerim arasında değil. Direk olarak beynimde yeniden yapılandırma çalışması yapılıyormuş hissine kapılıyorum çünkü. Öyle ya filmi çekenin de bir meramı, kafana sokmaya çalıştığı bir şeyler var. Ha, beğenmezsen kabul etmezsin diyorsunuz değil mi; iyi de eğer filmi çeken gerçekten samimiyse, bu kadar masraf, makyaj, müzik, ışık, güzel kadınlar, güzel adamlar, güzel mekanlar ne için var bu filmlerde o zaman? Neden hiç bir yönetmen gerçek şartlarla film çekmeye yeltenmiyor. Ya da neden öyle yapanların filmleri hiç izlenmiyor? Yani benim için ve yaşı ilerleyip kaşar olmuşlar için pek sorun yok ama çocuklar için iki kötü yan etkisi var bence: 1) Yeterince güzel veya yakışıklı olmadıklarını, hayatlarının filmlerdeki kadar renkli olmadığını düşünüp bunalıma giriyorlar, 2) Rol yapmaya ve olmadıkları şekilde davranarak arayı kapatmaya çalışıyorlar ki, geleceğimizin teminatları olduklarından bu hiç kimse için pek arzulanacak bir durum değil sanırım…

Her neyse, geçirilecek beş buçuk saatim olduğu ve aklımı yeterince başımda hissettiğim için pek de aldırış etmeden izlemeye koyuluyorum. Zaten bir “Anti Kahraman” hikayesi olduğu için -her ne kadar modern hayat klişeleri ile yüklü olsa da- ilgimi çekmiyor desem yalan olur. Çocukluğumun kahraman hayranlığı ilk gençliğim ile birlikte anti-kahramanlara kayıverirken hiç de zorlanmamıştım zaten. Kahraman şerif John Wayne ve iffetli kadın hayranları başlangıçta iyiydi ama bir süre sonra kabak tadı vermeye başlıyordu. Çünkü tek başına iyilik hiç de doğal durmuyordu sanki. Oysa ki Sergio Leone’nin ünlü dolar üçlemesinde Clint Eastwood ne kadar da bizdendi. İyiydi ama aynı zamanda kendisine kötü olma özgürlüğü de tanıyordu. Çünkü kötülük olmadan iyiliğin olamayacağını derinden seziyordu bence. Zaten iyi insanlar iyi doğmuyor ki sanıldığı gibi. Onlar da herkes gibi kötü şeyler arzulamalarına rağmen seçimlerini iyiden yana koyabildikleri için bu kadar değerliler aslında… Hep söylerim; kötüsü kaliteli olmayan filmden bir iş çıkmaz diye. Tarihe bakarsanız bütün çok ilgi görmüş filmlerin kötülerinin çok iyi olduğunu görürsünüz zaten. Baksanıza; Darth Vader gitti, muhteşem Star Wars bile bitti…

Joker de beni yanıltmıyor. Hikayenin özü biraz sırıtsa da -zaten mantık arasaydık sinemalara gitmeyip düz hayatı izlerdik öyle değil mi- hem teknik yapım, hem olay örgüsü, hem de oyunculuk performansı çok iyi. Pek de sıkılmadan iki saat geçiveriyor. Sıkılmıyorum ama filmin karanlık ve karamsar havası ruh halimi de karartıyor. Zorlu bir iş beni bekliyor, o yüzden bunaltıcı şeylerden biraz uzak durmam lazım. Çünkü zihin bazen küçük bir çocuk gibi davranıp, kötü modundaysa pireyi deve yapmaya bayılıyor. O yüzden bu sefer bol müzikli ve daha neşeli bir film seçip ruh halimin normale dönmesiyle aynı anda Marakeş’e varıyorum.

MARAKEŞ, DAHA DOĞRUSU KEŞMEKEŞ

Şehirin tarihi kısmının tam göbeğindeki otelime giderken yolda oldukça modern yapılar görüyorum. Buralara bakılırsa Marakeş’in modern bir dünya şehrinden çok bir farkı yok. En çok göze batan şey ise motosiklet ve bisikletlerin çokluğu.

İstanbul surlarını andıran bir geçitten tarihi şehire girmemizle birlikte bütün manzara değişiyor. Kızıl çöl kumundan yapılma hepsi aynı renk ve birbirine yapışık, sonradan her birinin en az dört beş yüz yaşında olduğunu öğreneceğim evlerin arasında kalakalmış daracık sokaklardan zar zor ilerlemeye çalışıyoruz.

Minicik kapılarıyla neredeyse her evin altında bir dükkan var. Hepsinin de önünde rengarenk bir şeyler asılı. Sokaklar yine rengarenk giysileriyle insan kaynıyor. O kadar dinamik bir ortam ki ister istemez ben de canlanıyorum. Sanırım doğru yere geldim, burada gerçekten hayat var gibi görünüyor…

Biraz daha ilerledikten sonra durup yanımızdan geçen bir cenaze kafilesine yol vermek zorunda kalıyoruz. Omuzlarda taşınan cenazenin tabutu yok. Sadece battaniye gibi bir şeye sarılmış. Tıpkı girişleri çok gösterişsiz olmasına rağmen, içeride ‘yok yok’ dükkanları gibi cenazeleri de son derece basit ve işlevsel anlaşılan.

Sonunda küçük bir meydanda beni bekleyen otel sahibi ile buluşuyorum. Çünkü az sonra göreceğim üzere o labirent gibi sokaklarda yolumu bulup tek başıma otele ulaşmam imkansız. Gerçekten de otele, daha doğrusu aslında sıradan bir tarihi ev olan kalacağım yere varıncaya kadar geçtiğimiz daracık sokaklar başımı döndürüyor. Keşke Hansel ve Gretel gibi gelirken ardımda bir şeyler bıraksaydım diye düşünmeden edemiyorum.

“EL FENA” GERÇEKTEN ÇOK FENA

Daracık bir avlunun etrafındaki iki kata paylaştırılmış beş odadan oluşan evin sahibi Marouene yirmili yaşlarında ve güler yüzlü bir Fas’lı. Avlunun tepesi sonradan ışık alabilecek şekilde kapatılmış. Buradaki diğer evler de aynı şekilde çatılarını kapattığı için ve hepsi birbirine bitişik olduğu için aslında tarihi şehirin tamamı bizim Kapalı Çarşı gibi bir yer…

Avlu ve oda gerçekten otantik. Her yer buraya has motiflerle bezeli, hem dekoratif hem de serinletmeye yarayan fayanslarla kaplı. Eskimiş ahşap kapıların kokusu ve sağa sola serilmiş kilimlerin göz alıcı renkleriyle bir araya gelince gerçekten de başka bir dünyadaymışsın hissi uyandırıyorlar.

Marouene ile sohbet edip, hem Marakeş hem de yol hakkında bilgi almaya çalışıyorum. Çok yardımsever bir tavrı olduğu için hiç sorun olmuyor. İstanbul’a gelmişliği de varmış. Eşi de kendisi de Türkiye’yi çok seviyormuş. İlerleyen günlerde bunun neredeyse tüm Fas’lılar için geçerli olduğunu bilfiil tecrübe edeceğim zaten. İnanır mısınız; camlarında Polat Alemdar ve Kıvanç Tatlıtuğ’un resmi olmayan bir erkek berberi neredeyse hiç görmedim…

Marouenne’den ihtiyacım olan bilgileri aldıktan sonra artık kendimi daracık sokaklardaki keşmekeşin içerisine bırakıveriyorum. Gerçekten çok değişik. Hafiften rüyadaymışım gibi geliyor. Renkler, sesler, kokular, sokak kebapçılarından yükselen dumanlar…

O daracık, hareketli ve rengarenk sokaklarda yürüye yürüye sonunda ulaştığım yer ise tarihi şehirin tam göbeğindeki benzersiz “El Fena” meydanı.

Burayı tarif etmek gerçekten çok zor. Koca meydan sürekli hareket eden, gürültü patırtı çıkaran rengarenk bir şeylerle dolu. Yerel eşya satanlar, kobra oynatıcıları, şarlatanlar, müzisyenler, gösteri yapanlar, seyyar kebapçılar, karası esmeri beyazı kadınlar, erkekler, çocuklar, turistler, köpekler, eşekler, vs, vs… Yok yok… Sanki on coğrafyadan on meydanı sıkıştırıp bir arada buraya koymuşlar. Tek kelimeyle baş döndürücü…

Ağzım açık bir halde seyrederek alışmam neredeyse beş on dakikamı alıyor. Yerli yabancı turistlerle dolu meydanda yavaş yavaş yürürken bir yandan etrafımı anlamaya, bir yandan yaklaşıp sürekli bir şeyler satmaya çalışanları kibarca reddetmeye, bir yandan da bu algı bombardımanıyla aptallaşan benliğimi normal haline döndürmeye çalışıyorum.

VİCDAN MI EGO MU ?!

Derken ağız sulandırıcı kokular iyice başımı döndürmeye başlıyor ve ne kadar acıktığımı hatırlıyorum. Ara sokaklardan birinde, önünde üç beş masa olan büfe desem değil, lokanta desem hiç değil küçük bir yere oturuyorum. Çok fazla seçenek yok ve zaten seçmek için pek bir sebep de yok. Garson çocukla biraz şakalaştıktan sonra kırık dökük Fransızcamla tabii ki “Kuskus” sipariş ediyorum.

Yemeğimi beklerken ister istemez sağa solu kesip etrafa kulak kabartıyorum. Arka masamda oturan orta yaşlı ve ukala görünüşlü bir Fransız adam garson çocuğu çağırıp, kibirli bir şekilde sokakta az ötemizde dilenmekte olan küçük bir kız çocuğunu işaret edince ilgimi gasp ediyor. Adamı biraz dinleyince garsona; dilenci çocuğa yemek ısmarlamak istediğini, gidip ne istediğini sormasını söylediğini anlıyorum.

İçimden ani bir öfke dalgası yükseliyor. Günahını almayayım ama, muhtemelen Avrupa’nın yükselişte olan burnu havada ve iki yüzlü sağcı kesiminden. Ve sanırım kendi zenginliklerini sürdürebilmek adına sömürmekten hiç çekinmedikleri bu insanlara lütufkarlık ederek; a) vicdanını rahatlatmaya, b) (daha yüksek ihtimal) egosunu daha bir tatmin etmeye, c) her ikisine birden, çalışıyor.

Yanına gidip bu aklımdan geçenleri söylememek için kendimi zor tutuyorum. Neyse ki gönlümü ferahlatan yanıt dilenci çocuktan geliyor. Bu olayla sık sık karşılaştığından olsa gerek, adamın teklifiyle neredeyse oralı bile olmayan çocuk garsona; “Yan cebime koy” der misali, “Sen bir şeyler hazırla, ben bir ara uğrar alırım” babında bir şeyler söylüyor. Ne diyeyim, adalet bazen zaman alıyor ama, eninde sonunda hesaplar kapanıyor sanki…

O keyifle tatsız tuzsuz kuskus bile hoşuma gidiyor. Yani fena değil aslında ama bizim bulgur pilavıyla kıyaslayınca gerçekten biraz tatsız ve hafif kalıyor. Tuzsuzluğu meselesine gelince onun garip hikayesi de ayrı, daha sonra anlatacağım…

İMPARATORLUKLAR KURUP YIKAN DAMAK ZEVKİ

Yemeğin üstüne bizim evren panayırında bir iki tur daha atıp havanın kararmasıyla birlikte otele, daha doğrusu o gece yatacağım ortaçağdan kalma eve doğru yola çıkıyorum. Geç vakit olmasına rağmen kadınlılı erkekli herkes sokakta. İnsanlar o kadar kanlı canlı enerjik ve hayat dolu ki. Genci yaşlısı hepsinin gözleri parlıyor. Üstelik bütün dükkanlar da açık…

Bir fırına kaça kadar açık olduklarını soruyorum; hiç kapatmadıklarını söylüyorlar. Tabi ki çok hoşuma gidiyor. Bu arada buranın ekmeği gerçekten çok güzel. Ve ben bu yüzden çok mutluyum. Çünkü eğer ziyaret ettiğiniz ülkenin ekmeği iyiyse aç kalmıyorsunuz. Hatta çoğu zaman doğru orantılı olarak o ülkenin yemekleri de çok güzel oluyor.

Geçen yıl Avustralya’dayken hem zaten zar zor bulunan dükkanlar akşam beşte kapandığı için, hem de yiyecek doğru dürüst bir şey bulamadığım için neredeyse açlıktan öleyazmıştım. Ama gördüğüm kadarıyla burası tam tersini vaat ediyor.

Bu düşüncelerle keyiflenmişken aklıma İngiltere, Hollanda gibi mutfağı zayıf ama sömürgeciliği güçlü ülkelerin yayılmasını ve Osmanlı gibi zengin bir yemek kültürüne sahip imparatorlukların gerilemesini damak zevkine bağlayan, ve bence de doğruluk payı oldukça yüksek olan bir teori geliyor. Bu teoriye göre mutfağı zayıf olan ülkelerin kaşifleri fethettikleri ülkelerde yemek sorunu yaşamayıp genişlemeye devam ederken, mutfağı zengin ve damak zevki muhafazakar olan ülkelerin kaşifleri sürekli ülkelerine geri dönmeyi hayal ettiklerinden fethedilen yerleri bile ellerinde tutmakta zorlanıyorlar… Uzun lafın kısası; gezen bir Türk’seniz işiniz pek kolay değil!

Biraz vaktimi alıyor ama sonunda labirentleri aşıp otelin kapısına ulaşıyorum. Sabahın köründen beri ayakta olduğum için de hiç penceresi olmayan karanlık odamda uykuya dalmam çok fazla sürmüyor…

DEĞİŞİK, GERÇEKTEN DEĞİŞİK

Ertesi sabah beş buçukta uyanıyorum. Türkiye ile iki saatlik fark yüzünden gayet normal. Yeniden uyumaya çalışıyorum. Penceresiz ve karanlık odada pek de zor olmuyor.

Sekiz buçukta tekrar kalkıp dışarı çıkıyorum. Bugün Marakeş’teki son günüm. Alışma sürecimi bugün tamamlamam lazım. Akşam onbirde otobüse binip güneye, dokuz saatlik bir yolculuğun ardından varacağım, Batı Sahra’daki başlangıç noktam Tan-Tan’a hareket edeceğim.

Kendimi yine labirent misali sokaklara bırakıyorum. O daracık sokaklarda nasıl bir trafik anlatamam. Eşek arabaları, triportörler, dört bir yandan gelen müzik sesleri, kapalı ama son derece makyajlı ve ustaca scooter kullanırken bir yandan da çapkın çapkın bakışlar atan genç kadınlar…

Gerçekten değişik. Ve o yüzden bir o kadar dinlendirici. Zaten yatıp uyumakla dinlenilmiyor. Ancak rutininin dışına çıkıp farklı şeyler yaptığında gerçekten dinlenebiliyor insan bence…

Burası da gerçekten farklı. Yanından geçtiğim, aslına en yakın olarak “Pastane” olarak tanımlayabileceğim bir dükkanın vitrini bu düşüncemi iyice perçinliyor. Vitrindeki çeşit çeşit tatlılar çok güzel görünüyor ama ilgimi asıl çeken şey farklı. Vitrin ağzına kadar arıyla dolu. Yanlış anlaşılmasın, öyle üç beş tane falan değil, bildiğiniz arı kovanından hiç bir farkı yok.

İstem dışı olarak durup aval aval tezgahtara bakıyorum ama o da sanki hiç olağandışı bir şey yokmuş gibi bana bakıp gülümseyince daha da şapşallaşıyorum. Bir an aklımdan; “Vitrininizi arılar basmış!” falan gibi bir şeyler demek geçse de, kısa bir beyin fırtınasının ardından “Başka Bir Yer”de olduğumu hatırlayıp çenemi tutuyorum. Yüzlerce binlerce arıyı fark etmeyecek hali yok ya…

Derken kendimi sorguluyorum; “Ne olur ki tatlı vitrininde arı olsa? Alan memnun, satan memnun. Öyle ya; kusmuğunu yerken sorun yok da, sen de onu besleyince mi dert oluyor?!”. Hatta belki de böylesi daha makbul olduğu için seslerini çıkarmıyorlar. Öyle ya tatlılar güzel olmasa arıların orada ne işi var ki ?!

Cümbüşlü labirentlerde epey yürüdükten sonra yine surları geçip bu sefer kentin modern kısmına geçiyorum. Ama burası gerçekten de son derece sıkıcı. İlgimi çekecek en ufak bir şey yok. Bildiğin dünya şehirlerinden birisi. Orada Starbucks, burada McDonalds, şurada Zara. Bir ara İstanbul’dan ayrıldığımdan bile şüpheye düşüp, çok fazla oyalanmadan dönüşe geçiyorum.

Günün geri kalanı son ayarlamalarla geçiyor; telefon hattı, para bozdurma, bilgi edinme vs derken akşamı edip, bir süre de sokak kebapçılarıyla halvet olduktan sonra Karayel’i alıp yola düşmek üzere son kez otele doğru yollanıyorum.

Marouenne’le vedalaşıp ayarladığı taksiye binerek otogara gidiyor, otobüs saatini beklemeye başlıyorum. Artık hazırım. Ve sürüşe başlayacağım için son derece heyecanlıyım. Ama bambaşka bir coğrafyaya gittiğim için de tırsmıyor değilim hani.

Sonunda otobüs kalkıyor. Bu kadar curcunanın ardından aşırı yüklenen beynim sonunda iflas ediyor ve ben de ertesi güne dinç başlayabilmek adına gözlerimi kapayıp artık biraz uyumaya çalışıyorum.

1.GÜN / TANTAN-AKHFENIR / 118 km

Sık sık kesilen rahatsız bir uykunun ardından beş gibi uyanıp şöförün tam arkasındaki koltuğumdan yolu kesmeye başlıyorum. Asfalt fena değil ama yol çok dar. Hatta karşıdan gelen bir araçla yan yana geçerken neredeyse çarpışacakmışız gibi koltuğumda kenara kaçıyorum. Haliyle canım sıkılıyor. Eğer yolun devamı da böyleyse işim zor.

Derken hava aydınlanmaya başlayınca nasıl bir coğrafyaya geldiğim yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Önümüzdeki yoldan başka etrafta hiç bir şey yok. Son derece etkileyici ve büyülü. Ama aynı zamanda da tedirgin edici…

Canımı sıkan asıl şey ise üşüyor olmam. Bir aydan beridir hava durumunu çalışıyorum ama ne kadar çalışırsan çalış, gideceğin yere varmadan neyle karşılaşacağını tam olarak bilemiyorsun. Tıpkı şu anda olduğu gibi.

Soğuğun üstüne bir de sis bastırıyor aniden. Hatta sis değil, direk bulut inmiş desem daha doğru olur. Hem yolun darlığını hem de sis ve soğuğu düşünüp endişelenirken yolun kalan kısmı da bitiyor ve Tan-Tan’da bir kahvenin önünde duruyoruz.

İLK ARKADAŞLARIM; BUJMA VE ABDURRAHMAN

Otobüsten inmemle birlikte soğuktan dişlerim takırdamaya başlıyor. Karayel’i taşıyan kutuyu indirip sağa sola bakıyorum ama hiç bir hayat belirtisi göremiyorum. Kıyafetlerim de kutunun içindeki çantada olduğu için bir an önce kutuyu açıp Karayel’i kuracağım bir yer bulmam lazım ama etrafta açık bir yer görünmüyor.

Derken gençten bir çocuk gelip kahvenin kepenklerini kaldırıyor. “Açıyor musun?” diye sorunca, “Yirmi dakika sonra” diyor. Yapma donuyorum gibilerinden bakınca; “Geç şurada otur bari gibilerinden bir şeyler yapıyor. Kutuyu kapının önüne bırakıp içeri geçiyorum. Sıcak değil ama en azından dışarıdaki nem ve ayaz yok.

Ikın sıkın derken yirmi dakika geçiyor ve üst üste içtiğim üç kahvenin ardından biraz kendime geliyorum. Yani biraz mahrumiyet bölgesindeyim gibi ama kahve makinası muhteşem. Bildiğin Cimbali…

Çocuğun adı Bujma. İngilizce bilmiyor. Sadece biraz Fransızca. Vücut dili falan derken iyi kötü anlaşıyoruz.

İyice kendime gelip Karayel’i kurmaya başlıyorum. Beş on dakika sonra neredeyse hazır. Sadece alçak basınçta patlamasınlar diye uçağa binerken indirdiğim tekerleri şişirmek kaldı. Minik pompamla biraz zaman alıyor ama kolaya kaçmayıp, iyice hava basıyorum.

O sırada gençten bir çocuk gelip benimle Türkçe konuşmaya başlıyor. Bujma çağırmış. Arkadaşıymış. Adı Abdurrahman. İki sene İstanbul’da çalışmış. Bayağı bir Türkçe konuşuyor. Hoş beş sohbet ediyoruz. Yol hakkında sorular soruyorum. Samimi bir şekilde cevaplıyor, ardından “Selametle” deyip gidiyor.

DAKİKA BİR GOL BİR

Ben de üzerimi değiştirip Bujma ile veda fotoğrafı çekiyorum. Tam yola çıkacağım ki ilk sürpriz beni yakalıyor. Dakika bir gol bir; ön tekerlek inmiş. İç lastiği değiştirmem gerek. Canım epey sıkılıyor çünkü bu yolculukta ilk defa dış teker olarak korumalı ve kalın tur lastiği kullanıyorum. Sökmesi takması yol lastiklerine göre daha zor ve özellikle takarken iç lastiği zedeleyip patlatma riski var. Yanımda sadece iki tane yedek iç lastik var ve buralarda bulup bulamayacağımdan da şüpheliyim.

Derin bir nefes alıp işe girişiyorum. İç lastiği çıkarınca görüyorum ki önceden yaptığım bir yama, gökyüzündeki soğuktan olsa gerek açılmış. Hemen yenisi ile değiştirip dış lastiği yerine oturtmaya girişiyorum. İç lastiği zedelememek için çok kibar olmaya çalışıyorum ama dış lastik o kadar sert ki güç kullanmadan yerine oturması imkansız. Sonunda gözümü karartıp Allah ne verdiyse levyeye asılıyorum. Bir “Çat” sesiyle birlikte dış lastik janta oturuyor. Sanki iç lastiği yırtmışım gibi geldi ama bakalım, şişirince göreceğiz artık.

Neyse ki korktuğum gibi olmuyor, ve şişirdiğim lastiğin olduğu gibi durduğunu görünce dünyalar da benim oluyor. Derin bir nefes alıyorum. Artık yola çıkabilirim…

YOL

Ve pedala basmamla birlikte yolculuk da başlıyor. Şimdiden hafifledim sanki. Herkesin sandığının aksine bu turların en kolay yanı yüzlerce kilometre bisiklet sürmek. Asıl zor olan bütün o planlamaları, ayarlamaları vs yapıp ilk pedalı basacağın noktaya gelebilmek. Gerisi zaten rüya gibi; nasıl başladı nasıl bitti hiç fark edilmiyor ki…

Tan-Tan çıkışıyla birlikte tırmanmaya başladığım rampa çok dik değil ama şaşırtıcı biçimde aniden ısınan hava yüzünden terlemeye başlıyorum. Sıcak ne kadar can sıkıcı olsa da, yeniden doğada olmak ve yeniden kendimle baş başa olmak çok ferahlatıcı geliyor.

O keyifle rampanın tepesini bulmam çok sürmüyor. Aşağıdaki manzara süper. Ucu bucağı görünmeyen dümdüz bir ova ve ucu bucağı görünmeyen dümdüz bir yol. Evet, işte tam da bunun için gelmiştim buraya…

Yirmi kilometrelik keyifli bir düz yol sürüşünün ardından El Ouatya’ya ulaşıyorum. Burası Tan-Tan’ın dış dünyayla bağlantısını sağlayan liman kasabası. Sağda solda evler var. Yollar da bayağı geniş ama ortalıkta pek kimse yok.

Su almak ve besin ikmali yapmak için kasabanın merkezine doğru yöneliyorum. Sahil kıyısında bir kaç karavan ve içlerinde yaşlı Avrupalı çiftler var. Biraz daha gidince sonunda küçük bir büfe buluyorum. İçeride gençten bir çocuk var, adı Yusuf.

Türk’üm deyince yine yurt dışı bisiklet turlarımın artık vazgeçilmezi olan o sahne yeniden tekrarlanıyor; “Erdogan, .aşaklı adam!”.

İçimden; “Evet Yusuf’cuğum, gerçekten .aşaklı adam ama içi seni dışı bizi yakar. Sağa sola model yaptığı zaman size giren çıkan yok, olan bizim türk lirasına oluyor!” demek geçiyor ama Fransızcam o kadar iyi olmadığı için mecburen gülümseyip kafa sallamakla yetiniyorum.

YÜRÜYORUM…

İki büyük şişe suyu ön maşanın sağına ve soluna yerleştirip çikolata takviyesi de yapınca artık eksiğim kalmıyor ve yeniden yola düşüyorum.

Daha anayola çıkar çıkmaz şaşılacak kadar kısa bir sürede her yeri tekrar sabahki gibi bir pus kaplıyor. O kadar ki gözlüklerim buğulanıyor. Bu ani değişimle biraz tırsıyorum. Ciddi şekilde kuvvetlenen rüzgar da tuz biber oluyor. Umarım hava hep böyle olmaz…

Moralimi bozmamaya çalışarak kendimi pedal basmaya veriyorum. Asfalt oldukça iyi. Yol da otobüste gördüğüm gibi daracık değil. Üstelik pek nadir araç geçiyor. Puslu ortam ve sağ yanımdan aldığım kuvvetli rüzgar dışında şikayet edecek pek bir şey yok.

Hem geceyi yolda geçirdiğim için hem de ilk günüm olacağından bugün için sadece yüz yirmi kilometrelik bir sürüş planladım. Daha öğlen olmadı ve yolun otuz kilometresi de bitti. Havanın azizliğine uğramazsam pek bir sorun yaşamadan Akhfenir’e ulaşacağım gibi gözüküyor.

Kafamda tipik yol hesapları yaparak giderken ileride uçsuz bucaksız yolun kenarında yürüyen büyükçe sırt çantalı birisini görüyorum.

Sarışın genç bir erkek. Bir Avrupalı sanırım. Yaklaşıp merhabalaşıyorum. Otuzlu yaşlarının sonlarında gibi görünüyor ama hem tavırları hem de sesi sanki küçük bir çocuk gibi. Yavaş ve sakin konuşuyor. Ne bileyim, sanki başka bir dünyada yaşıyor gibi.

Kendimi tanıtıp ne yaptığımı anlatıyorum. Sonra da soruyorum; “Peki sen ne yapıyorsun?”. Cevabı kısa ve net; “Yürüyorum.”

Tamam onu anladık da, önümüzdeki en yakın yerleşim onlarca kilometre ötede. Nereden gelip nereye gidiyorsun…

Kafamı kaşıyıp tekrar soruyorum; “Peki nereye yürüyorsun?” Cevabı yine kısa ve net; “Önümüzdeki kasabaya.”

Bilemiyorum, bir gariplik var. Galiba kendimi pek iyi ifade edemiyorum. Öyle sakin sakin bana bakarken bu sefer daha sabırsızca bir soru daha soruyorum; “Peki nereden beri yürüyorsun?”. Ve tabi ki kısa ve net olarak cevaplıyor; “Augsburg.”

O anda jetonum düşüyor ve garipliğin bende olmadığını anlıyorum. Adı Stefan’mış. Bir Alman. Aylar önce Augsburg’daki evinden çıkmış, Dakar’a doğru yürüyormuş… Ne diyeyim; “Pek bir yolun kalmamış… Selametle kardeşim…”

Stefan’la helalleşip tekrar yola çıkıyorum. Şaşırdım ama diğer yandan çok da hoşuma gitti. Bir de bana garip diyorlar…

ATLANTİK VE ÇÖL

Pus hala kalkmadı ve rüzgar da aynı hızla devam ediyor. Aldırmadan sürmeye çalışıyorum. Derken kulağıma ürkütücü mü desem, hayranlık uyandırıcı mı desem o acayip gürültü çalınmaya başlıyor. Biraz daha gidince sesin müsebbibiyle karşılaşıyorum; köpük köpük devasa dalgalarıyla sahile vuran Atlantik okyanusu tüm heybetiyle kendisini önüme seriveriyor.

Gerçekten hem sesi, hem de görüntüsü çok etkileyici. Hava durumu da bu atmosferi sanki daha bir dramatize edip beynime kazıyor. Sanırım bu görüntüyü hayatım boyunca unutmayacağım…

Asfalt altımda akarken vakit yavaş yavaş öğlene dönüyor. Ve yine şaşırtıcı bir şekilde aniden hava açıyor. Az önce üşüyorken aniden pişmeye başlıyorum. Yalnız bu arada yine harika bir şey oluyor; ışığın artmasıyla birlikte Atlantiğin o kobalt mavisi ile çölün kızıl rengi tam önümde birbirine kavuşuyor. İnanılmaz bir renk kontrastı, ters renklerin cazibesi, zıt kutupların çekimi artık ne derseniz deyin; o inanılmaz manzara kendisini önümde olduğu gibi teşhir etmeye başlıyor. Nasıl desem; sanki yukarıdaki bana hava atıyor…

Artık sıcaktan mı yoksa bu güzel manzaradan mı bilmiyorum başım dönmeye başlayınca durup bir mola veriyorum. Atlantiğin sesi gerçekten çok etkileyici. Etrafta ses çıkaracak başka bir şey olmadığı için etkisi daha da artıyor sanki.

Huşu içinde suyumu içip, güneşten kamaşan gözlerimi kısarak üç yüz altmış derece etrafıma bakıyorum. Hiç bir şey yok! Gerçekten eşsiz…

O keyifle Yusuf’tan aldığım çikolata, kek vs’leri mideye indirince daha bir neşelenip tekrar yola düşüyorum.

Bir yarım saat sonra ileride yolun hafifçe yükselmeye başladığını fark ediyorum. Sanki iki tarafında da kum tepesi gibi bir şeyler var. Tepelerin ardına dönmemle birlikte karşıdan gelmekte olan iki bisikletçi görüyorum. Oldukça yüklü oldukları için bisikletleri durdurmadan selamlaşıp klasik; “Nereden nereye?” muhabbeti yapıyoruz. Dakar’dan gelip, İspanya’ya eve dönüyorlarmış. Karşılıklı iyi yolculuklar dileyip devam ediyoruz.

İlerideki bir virajın ardından yol hafifçe aşağıya sallanıyor ve bambaşka bir dünyaya düşüyorum. Nereden çıktığı belli olmayan bir nehirin denize kavuştuğu bir delta burası. Ve adeta çölün ortasındaki bir cennet gibi. Deltanın ipeksi kumları üzerinde sürüler halinde uçuşan kuşlar da adeta bir dans gösterisi sergiliyorlar.

Durup fotoğraf çekiyorum. Ama manzara o kadar geniş ki fotoğrafa sığdırmanın pek yolu yok. Bir süre uğraştıktan sonra bir türlü gördüğüm şeyi ekrana yansıtamadığım için kıl olup sonra da vazgeçiyorum. Sanki beynime kazımak daha mantıklı bir çözüm olacak…

İLK ÇEVİRME, HEM DE DUBLE

Yine indiğim gibi hafif bir rampayı çıkmamın ardından yolun ilerisinde iki taş kulübeden oluşan minik bir yerleşim yeri görüyorum. Çok fazla bir şey yok; orada burada bir iki keçi ve evlerden birinin arkasında kendi başına oynayan küçük bir çocuk. Bir de tam yolun kenarında duran ve ortaçağdan kalma izlenimi uyandıran diğer iki kulübeye oranla daha modern görünen küçük beyaz bir bina.

Biraz daha yaklaşınca bunun bir Jandarma kontrol noktası olduğunu anlıyorum. Yola çıkmadan önce yaptığım araştırmalar sırasında ve okuduğum yol yazılarında bahsini çok duyduğum Jandarma kontrol noktalarından biri olmalı. Batı Sahra’nın sonuca bağlanmamış politik durumundan olsa gerek, defacto bir şekilde ülkeye el koymuş olan Fas buralarda kendisinden habersiz kuş uçurtmamaya pek bir özen gösteriyormuş. Her elli kilometrede bir Jandarma kontrol noktası olduğunu okumuştum ve sonunda ilki ile karşılaşıyorum.

Yine okuduğuma göre durdurdukları her yabancının bütün bilgilerini kaydedip, ne yaptığını iyice soruşturmadan bırakmıyorlarmış. O yüzden yola çıkmadan önce bütün bilgilerimi içeren yarım dosya sayfası büyüklüğünde bir tablo hazırlayıp (Bilmiyorum sizde de bir çağrışım yapıyor mu ama; buralarda buna “Fiş” diyorlar!) yirmi adet fotokopi almıştım.

İyice yaklaştığım sırada beyaz binanın önündeki küçük bir masanın başında oturmakta olan jandarmalardan birisi elini sallayıp “Mösyö, mösyö” diyerek beni yolun kenarında durmaya davet ediyor.

Yavaşça durup yanıma gelen orta yaşlı ve sivil giyimli Jandarmaya “Selamınaleyküm” diyerek pasaportumu uzatıyorum. Hafiften şaşıran jandarma bir yandan “Aleykümselam” diyerek selamımı karşılarken, diğer taraftan pasaportuma bir göz gezdirip kaşlarını kaldırarak; “Türk?!” diye soruyor.

Kafamı sallayıp onaylarken sırt çantamdan çıkarttığım bilgi notunu uzatarak; “Fiş?!” diye sorunca daha da şaşırıyor ama ardından gülümseyerek “Mersi” deyip, bu bende kalabilir mi babında bir şeyler söylüyor. Yine kafamı sallayıp onaylayınca sanki üzerinden bir yük kalkmış gibi seviniyor.

Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi ve bu akşam nerede kalacağımı sorduktan sonra bisikletimi duvara yaslayıp onunla birlikte gitmemi söylüyor. Dediğini yapıp peşine düşüyorum. Ardı sıra binanın içine gireceğimi zannederken beni üstünde yarısı yenmiş bir tavuk duran masaya oturtup, yememi işaret ederek kendisi binanın içinde kayboluyor.

Çevirmenin böylesi. Bildiğin duble. Hem Jandarma çevirme, hem de tavuk çevirme. Ne diyeyim, büyülüsün hayat…

Zaten bayağı acıkmıştım, o yüzden çok iyi oldu aslında. Tavuk da bir güzel olmuş ki. Yanındaki ekmek de taze. Aynen yumuluyorum. Hani adam içeriden çıkana kadar ne yesem kardır hesabı… Maalesef çıkması pek uzun sürmüyor ama tam ben kalkmaya davranırken beni tekrar yerime oturtuyor. Elini ağzına doğru hareket ettirerek yemeye devam etmemi işaret edip bir yandan da göz kırpıyor. Vallahi ne yalan söyleyeyim, tavuğun o muhteşem lezzetini aldıktan sonra zerre kadar itiraz edesim yok. Gülümseyerek “Şükran” deyip, piyangodan çıkma yemeğimi mideye indirmeye devam ediyorum.

O sırada onlar da yoldan geçen bir iki arabayı durdurup kontrol ediyorlar. Yalnız anlayabildiğim kadarıyla buralarda Jandarma bayağı kral gibi. Yaklaşan arabalar kontrol noktasının yüz metre gerisinde kendiliğinden durup beklemeye başlıyor ve Jandarma gel işareti yapana kadar da hareket etmiyor. Yani Jandarmanın keyfini bekliyor. Ve o sırada şahit olduğum kadarıyla o keyif öyle pek kolay kolay gelmiyor…

MANNEKEN PIS

Neyse ben bir güzel karnımı doyurduktan sonra Jandarmalarla vedalaşıp tekrar yola koyuluyorum. Yemek üstü bisiklet sürmek hem o kadar keyifli değil, hem de o kadar kolay değil. O yüzden yavaş yavaş, hiç kastırmadan devam ederken bir yandan da ıslık çalıp şarkı söylemeye başlıyorum.

Bir müddet sonra yolum tekrar Atlantik kıyısına çıkıyor. Yalıyarın üzerinde ve suyun yaklaşık elli altmış metre yukarısında gidiyor olmama rağmen dalgaların gürültüsü yine de son derece yüksek.

Bu manzarayı bir yerlerden hatırlıyorum aslında. Evet evet, burası tıpkı Avustralya’da geçtiğim “Great Ocean Road”u andırıyor. Gerçekten de o kadar benziyorlar ki.

Merakıma yenilip duruyor, Karayel’i yolun kenarında bırakıp yaklaşık bir yüz metre yürüyerek yalıyarın başına geliyorum. Aşağıda manzara muhteşem. Dev dalgalar ucu bucağı görünmeyen kumsallara vururken insanı tedirgin edercesine gümbürdüyorlar.

Bir süre hipnoz halinde bu manzaraya bakakalıyorum. Sanki aklım duruyor. Yani bıraksalar herhalde öylece akşama kadar durabilirim.

Tam o sırada vücudum beni uyandırmak istermişçesine çişim geliyor. Bir sağa bakıyorum, bir de sola. Görünürlerde bırakın kimseyi, elli santimetreden yüksek herhangi bir şey bile yok…

O yüzden okyanusa doğru dönüp sanırım hayatımın en keyifli çişlerinden birini yapıyorum. Üstüne bir de yere vuran gölgemin fotoğrafını çekip WhataApp grubundakilere gönderiyorum; “Brüksel’deki meşhur Manneken Pis (İşeyen Çocuk) heykelinin bir eşini de çölde buldum!” diyerek…

DEVELER, KEÇİLER…

Tavuğu biraz sindirmiş olmalıyım ki bacaklarım yeniden formunu buluyor. Islık çala çala son hız giderken bir deve sürüsü görüyorum. Yaklaşık otuz kırk baş varlar. Başlarında ne bir çoban var ne de bir köpek. Yeni doğmuş gibi görünen yavruları peşlerinde hiç acele etmeden dolaşırken beni fark etmeleri ile birlikte başlarını kaldırıp gözlerini bana dikiyorlar. İster istemez öküz ve tren hikayesi geliyor aklıma…

Biraz ileride ise bu sefer başıboş bir keçi sürüsü ile karşılaşıyorum. Onlar da peşlerinde yavruları dolaşıyorlar. Ama develere göre daha hareketliler ve benimle pek ilgilenmiyorlar. Bir iki “Mee” yapıyorum ama yine hiç oralı olmayınca ben de durmadan devam ediyorum…

Beş on dakika daha gidiyorum ki yine hafif bir tırmanışın ardından aşağıya, ikinci bir deltaya iniyorum. Görüntü yine muhteşem. Durup fotoğraflamayı deniyorum ama yine beceremiyorum. Buraları hakkıyla görüntüleyebilmek için ciddi ekipman lazım.

Deltanın ardından ikinci Jandarma kontrol noktası geliyor. Artık tecrübelendiğim için yine aynı sahnelerin ardından tekrar yola düşmem çok uzun sürmüyor.

Tam her şey ne kadar da yolunda gidiyor derken rüzgar tam karşıma geçiyor. Ama zaten Akhfenir’e de pek bir yolum kalmadı. O yüzden pek aldırış etmeden kaderime yol verip elimden geldiğince kendimi yormayacak bir sürüş moduna geçiyorum.

Bugün az yol yapma lüksüm olduğu için bol bol vaktim var nasıl olsa. Bu lüksü değerlendirip ne zaman rüzgarla biraz yıpransam hemen durup kendimi fotoğraf çekmeye veriyorum.

Ve saat beşe doğru Akhfenir’e varıyorum.

“HER OTELE LAZIM” LUIFI

İyi kötü kasaba gibi bir şey bekliyordum ama burası asfalt yolun iki kenarına serpiştirilmiş lokanta ve dükkanlardan ibaretmiş gibi görünüyor. Kasaba çıkışına kadar devam edip farklı bir şey göremeyince restoranları keserek tekrar kasabanın başlangıcına dönüyorum. Çok fazla seçenek yok ama hiç yoktan iyidir.

Yalnız hiç kalacak yer göremedim. Herhalde oteller okyanus kenarında olmalı diye düşünerek sağa doğru bir ara sokağa giriyorum. Biraz ilerleyip deniz kıyısına gelince ağzım açık kalıyor. Kasabanın sağ tarafındaki tek tük yapılar okyanusa dayanmış. Yaklaşık otuz metre aşağıda da göz alabildiğine uzanan muhteşem bir kumsal. Yıkık dökük binalara göz gezdirince yanılmadığım ortaya çıkıyor. Bunlardan iki tanesinde zar zor okunan “Otel” tabelaları var.

Yani burası Türkiye’de olsa, birincisi burası otelden geçilmezdi, ikincisi burada tatil yapmak istesek boş yer bulamazdık, üçüncüsü de bulsak bile para yetiştiremezdik muhtemelen. Ama buradaki iki otelin kapısı da duvar. Bir ona gidiyorum, bir öbürüne ama ne gelen var ne giden.

Derken bir tanesinin üst kat penceresinden kafasını çıkaran yaşlıca bir adam; “Bekle geliyorum.” gibilerinden bir işaret yapıp camı kapatıyor. Ve umutlu bir bekleyişle geçirdiğim iki dakikanın ardından sonunda kapı açılıyor.

Otelin hem Önbüro, hem Housekeeping, hem Yeme&İçme, hem Güvenlik ve hem de Muhasebe müdürü olduğunu sonradan öğreneceğim ihtiyar Luifi dişsiz ağzıyla gülerek beni karşılayıp eliyle; “İçeri gel” gibilerinden bir hareket yapıyor. Yapıyor ama nedense aklıma Kırmızı Başlıklı Kız masalı geliyor. Özellikle de üzerindeki Obi Van Kenobi cüppesini görünce…

Şaka değil, buralarda bu cüppeler rutin kışlık kıyafet gibi. Bütün erkeklerin üzerinde bunlardan var.

OKYANUSA NAZIR KRAL DAİRESİ

Her neyse onca yolun üzerine hiç de itiraz edecek durumda değilim. Karayel’i gösterip İngilizce onu dışarıda bırakamam diyorum. Diyorum ama, bırak yabancı dili amcamın kendi dilini konuşabildiğinden bile şüphem var. Hatta sanki her an düşüp ölecekmiş gibi titreyip duruyor. İlk başta fark etmemiştim ama herhalde bir doksan yaşında var…

Neyse al takke ver külah Karayel’i de alıp tek kanadı açılan kapısından zar zor otele giriyorum. İçerisi fena görünmüyor ama oldukça karanlık. Sanıyorum yanlış sezonda geldim. Anladığım kadarıyla otelin tek müşterisi benim ve bu sayede Luifi’den birebir vip hizmet alıyorum. Yani almam gerekiyor ama konuşamadığımız için işler biraz aksıyor sanki.

Tam “Nasıl yapsam acaba?” diye düşünürken Luifi yine titreyerek cebinden aşağı yukarı kendi yaşında bir cep telefonu çıkarıp tuşlamaya başlıyor. Hem titrek parmakları, hem de sürekli silip yeniden tuşlamaları tam bir sabır sınavı. Sonunda telefonu bana verip “Konuş” der gibi kafasını sallıyor.

Nihayet… Sonunda karşımda iyi kötü İngilizce anlayan birisini buluyorum. Adı Damani ve anladığım kadarıyla otelin sahibi. Kısaca pazarlık edip geceliği yüz elli dirheme, yani yaklaşık on beş avroya otelin okyanusa nazır kral dairesini tutuyorum.

Luifi beni odaya çıkarana kadar bir yarım saat daha geçiyor. Ama odaya girip camdan dışarıya bakar bakmaz her şeye değdiğini düşünüyorum. Manzara gerçekten muhteşem…

Sırada duş ile kutlama var ve Luifi’nin havlu getirmesi için bir yarım saat daha beklemem gerekiyor. Sonunda sıcak suyun altına girmemle birlikte günün bütün yorgunluğu da sanki uçup gidiyor.

BURADA ALIŞVERİŞ PEK KOLAY

Sonunda temiz ve mutlu bir şekilde kendimi dışarı atıyorum. Çok fazla seçenek olmadığı için tekrar asfalta çıkıp az önce gözüme kestirdiğim bakkal manav karışımı dükkana gidiyorum. Ertesi günün tedariğini yapmam lazım ve Avustralya’nın beşte kapanan dükkanlarından kalma paranoyalarım olduğu için acele etmek istiyorum. Ama sanki buradaki dükkanların pek kapanmaya niyeti yok gibi…

Tedariğimi yaparken gözüm manavdan alışveriş yapan bir adama takılıyor. Aldığı her şeyi aynı leğenin içine koyup tarttırıyor sonra da manavın söylediği parayı ödeyip gidiyor. Tam anlamaya çalışırken bu sefer bir kadın gelip aynı rutini tekrarlayınca kafam iyice karışıyor. Derken üçüncü müşteride meseleyi çözüyorum; burada sebze, meyve manavdan ne alırsan hepsinin kilo fiyatı aynı. Tarttırıyorsun, bir kerede ödeyip gidiyorsun. Harika…

Ben de muz, portakal ve elmadan ortaya karışık bir leğen yapıp çıkıyorum. Su, çikolata, ekmek vs diğer ihtiyaçlarımı da aldığım için içim rahat. Artık güzel bir yemek yiyebilirim.

Lokantalardan birisine gidip beyaz tenli ve yeşil gözlü aşçıya “Selamınaleyküm” diyorum. “Aleykümselam” diye cevaplayıp gülerek yüzüme bakıyor. Hadi bakalım anlat derdini…

Gerçekten de anlatamıyorum. Ama en sonunda yanındaki kasaptan bana bir parça keçi eti aldırıp pişirmeye başlıyor. Kasap muhabbeti de manavdakine benziyor. Öyle, “Bir kilo şundan, yarım kilo bundan” falan gibi şeyler yok. Kasap amcam oğlağı kesip parçalamış. Beğendiğin parçayı seçiyorsun, artık yüz gram mı gelir, yoksa bir kilo mu. Öyle “Bu çok, bunun yarısını kes” vs gibi şeyler yok… Neyse benim seçtiğim parça da yedi yüz elli gram geliyor. Fazla ama yapacak bir şey yok. Kilosu yetmiş dirhemden yaklaşık otuz Türk lirasına acayip bir oğlak barbekü ziyafetine gark oluyorum.

Göbeğim şişince bizim yeşil gözlü aşçı bir de nane çayı ısmarlıyor bana. İşte şimdi tam ayar oldum. Birisi beni alıp otele bıraksa ne kadar güzel olacak…

Zar zor otele dönüp Luifi’nin verdiği anahtarla lobiye giriyorum. Her yer yine kapkaranlık. Telefonun ışığını yakıp bizim doksanlık Luifi’yi tam önümdeki koltukta cüppesinin içinde ölü gibi uyurken görmemle birlikte başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Hay Allah tependen vursun be adam, az kaldı ruhu teslim ediyorduk yani…

Elim ayağım boşalmış halde odama çıkıp kendimi yatağa bırakıyorum. Yorgunum ama keyfim yerinde. Evet ilk günü bitirdik. Bakalım önümüzdeki günler neler getirecek…

2.GÜN / AKHFENIR-LAAYOUNE / 200 km

Sabaha karşı dörtte dalgaların sesiyle uyanıyorum. Oda çok soğuk. Yine de yataktan çıkıp camdan dışarıyı kontrol ediyorum. Korktuğum gibi. Yine bulutun içindeyiz. Az ötede yanan sokak lambasının ışığı görünüyor ama kendisini göremiyorum, o kadar yani…

“İnşallah düzelir.” diye içimden geçirip tekrar yatağa giriyorum. Şu anda uyumaktan başka yapabileceğim hiç bir şey yok. Biraz sağa biraz sola dönüyorum ama sonunda yeniden uyku galip geliyor.

Saat yedide tekrar kalkıp cama gidiyorum. Maalesef en ufak bir değişiklik bile yok. Üstelik oda sanki daha da soğumuş. Her neyse mızıklanmam değil hazırlanmam lazım.

Internetten hava durumunu kontrol etmeye çalışıyorum ama bağlantı çok zayıf. Yola kalın giysilerle çıksam iyi olacak. Olmasına olacak da; birincisi zaten bagaj haddim çok sınırlı olduğu için yanımda çok fazla kalın bir şey yok. İkincisi ve daha berbat olanı, hava o kadar nemli ki, akşamdan odanın orasına burasına astığım hiç bir şey kurumamış. Harika bir sabah anlayacağınız.

Yine de şikayet etmeyi bırakıp titreye titreye üstümü giyerken bir yandan da Karayel’i hazırlıyorum. Saat sekiz oldu ama ortalık hala çok karanlık. Günün ağarma saati sekiz buçuk olarak görünüyordu zaten.
Yine ansızın hayalet gibi karşıma çıkıp neredeyse altıma kaçırmama sebep olan Luifi ile vedalaşıp, anayoldaki kahvelerden birisine geçiyorum. Nane çayı içimi ısıtırken hava da artık ağarmaya başlıyor.

ÖĞLENE KADAR TARFAYA

Bugün almayı planladığım mesafe iki yüz kilometre. İlk iki yüzüm olacak. Bu bugün sorun çıkmadan bu yolu yapabilirsem, turun kalanı da tam planladığım gibi gidebilecek anlamına geliyor. O yüzden önceki günkü gibi sallanmayıp işi sıkı tutmam gerekiyor. İlk hedefim ise Tarfaya. Buradan yüz kilometre uzaklıkta ve arada mola verecek hiç bir yer yok. Öğlene kadar varabilirsem akşama hedefimi tutturmuş olurum. O yüzden Tarfaya’ya kadar hiç oyalanmamam lazım.

Saat dokuz gibi yola çıkıp, dört saat sürüş artı bir saat toplam dinlenmelerin ardından saat iki gibi de oradan çıkmam gerekiyor. Kabaca bir hesabın ardından her saat en az yirmi beş kilometre sürüp ardından on dakikalık bir mola vermeyi, böylece saat bir buçukta Tarfaya’ya varıp, yarım saatlik yemek molasının ardından saat ikide tekrar yola çıkmayı planlıyorum.

Çayımdan son yudumumu da alıp pedala basıyorum. Hava soğuk ama en azından rüzgar sağ arkamdan esiyor. Yerler de biraz ıslak gibi o yüzden dikkatli olmak lazım.

İdeal sürüş şartları olmamasına rağmen yine de ilk iki saatte elli kilometre yol artı iki tane on dakikalık mola hedefime ulaşıyorum. Son otuz kilometredir sahilden güneye, karaya doğru gitmeye başladım ama hava hala soğuk.

Ve tekrar kuzeye dönmemle birlikte işin rengi değişiyor. Az önce sağ arkamdan esmekte olan rüzgar, hem de kuvvetlenerek bu sefer neredeyse tam karşımdan esmeye başlıyor. Hem yavaşlatıyor hem de üşütüyor. Tuzla biber olmak istermiş gibi bir de boyun ağrısı çörekleniyor üzerime. Kuvvetli rüzgardan tutuldu herhalde…

Sinirlenmeye başlıyorum ve ruh halim hiç de işime gelmeyecek şekilde negatifleşiyor. Bir şeyler yapıp bu rutini kırmam lazım. O yüzden, yirmi beş kilometreyi tamamlamama rağmen yine de durup mola veriyorum.

Boynuma kas gevşetici bir merhem sürüp oyalanmak için üstümü değiştiriyorum. Akşamdan hazırladığım sandviçin yarısını götürürken bir yandan da haritadan daha ne kadar Kuzeybatı yönüne gideceğime bakıyorum. Yaklaşık bir yirmi kilometre daha bu ızdırap devam edecekmiş gibi görünüyor.

JANDARMA ÖMER İLE SELFİ

Neyse ki merhem biraz işe yaradı gibi. Sinirlenmemek için kendime söz verip tekrar yola çıkıyorum. Sonraki bir saat kendimi içine soktuğum bir nevi hipnoz ile geçiyor. Sıkıntılı ama aldırmamaya çalışıyorum.

Ve sonunda tekrar Güney-Güneybatıya dönmemle birlikte her şey değişiyor. Sanki bunu bekliyormuş gibi bulutların arkasında saklanan güneş de ortaya çıkınca planladığım vakitten sadece yarım saat sonra Tarfaya’nın girişine ulaşıyorum.

Zorunlu molamda sandviçin yarısını yediğim için çok aç değilim. Hem biraz vakit de kaybettim. Tarfaya'nın içine girmeyip doğruca Laayoune yönüne dönersem kaybettiğim zamanı telafi edeceğimi hesaplayıp durmadan yoluma devam etmeye karar veriyorum. Zaten önümdeki otuzuncu ve yetmişinci kilometrelerde durabileceğim iki yer var.

Ben devam etmeye karar veriyorum ama Tarfaya sapağındaki Jandarmalar pek öyle demiyor. Yine her zamanki rutini yineliyoruz; sağa çek, “Selamaleyküm, aleykümselam”, “Türk, oooo Türk!”, “Erdogan, Erdogan”, “Selametle, Şükran”…

Yalnız bu seferki genç Jandarma Ömer pek sevimli, üstelik beni kırmıyor, birlikte bir de selfi çekiyoruz…

Yol buradan itibaren artık tamamen Güneye dönüyor. Ve abartmasız bugüne kadar sürdüğüm en güzel yollardan birisinde gitmeye başlıyorum. Bence burası “Yol Bisikletçileri”nin “Rüya Yolu” olmak için en kuvvetli adaylardan birisi. Neden mi? Nedeni çok…

Öncelikle etraf rüzgar gülü dolu ve yüzleri tam arkama bakıyor. İkincisi asfalt bildiğin kaymak. Üçüncüsü yarım saatte bir bir araba ya geçiyor ya geçmiyor. Ve son olarak da; sağ tarafımda masmavi Atlantik, sol tarafımda ise Mars’tan biraz hallice kayalık çöl uzanıyor. Gerçekten eşsiz…

PACO

Sanki sabah çektiğim sıkıntıların telafisiymişçesine harika bir sürüş oluyor. Islık çala çala giderken ileride benimle aynı yönde gitmekte olan üç bisikletli görüyorum. Dümdüz yolun ilerisinde önce pire kadarken giderek büyüyorlar ve sonunda en arkadakinin soluna geçip sürüşü bırakmadan “Merhaba” diyorum.

Beni farkedince biraz şaşıran sürücü gülerek selamımı karşılıyor. Orta yaşlı bir erkek. Bisikleti bayağı yüklü. Benim “Hafif ve Hızlı” tarzımın aksine, kısa zamanda çok fazla yol kat etmeden kamp yaparak dolaşan turculardan olmalılar. Sıcaktan ve bisikletinin ağırlığından olsa gerek giysilerini çıkarmış. Üzerinde mayosundan başka bir şey yok.

Vaktim kısıtlı ve yolum uzun olduğu için bisikleti durdurmadan olabildiğince sohbet etmeye çalışıyorum. Adı Paco. İspanyol’a benzetiyorum ama okyanusun batısında bir kaç yüz kilometre ötedeki Kanarya Adaları’ndan geliyorlarmış. İki erkek ve bir kadın. Günde elli kilometre civarı yol yaparak Laayoune’a gidiyorlar. Oradan da uçağa binip tekrar Kanarya Adalarına döneceklermiş.

Ben de Dakhla’ya doğru gidiyorum deyince şaşırıp; “Bütün ekipmanın bu kadar mı?” diye soruyor. Gülerek evet deyince kaşlarını kaldırıp; “Peki akşamları ne yapıyorsun?” diye soruyor. “Otelde kalıyorum” deyince anlamıyor ve açıklama ihtiyacı hissedip; “Ben günde iki yüz kilometre gidebiliyorum.” deyince jetonu düşmüş gibi; “Aaaa” diyor. Biraz düşündükten sonra da; “Aslında hiç fena fikir değil.” diye ekliyor… “Aynen” diyerek göz kırpıyorum.

Paco’ya iyi şanslar dileyip tekrar hızlanıyor ve yanlarından geçerken diğer kadınla erkeği de selamlıyorum. Yol gerçekten harika. Ama yine de on kilometre ilerideki Tah’da durup bir şeyler yesem ve biraz dinlensem hiç fena olmayacak.

SİVİL İNİSİYATİF

O on kilometre nasıl geçiyor hiç anlamıyorum. Soldaki bakkal-kahve karışımı dükkanın önünde durduğum anda havanın aslında ne kadar sıcak olduğunu fark ediyorum. Ve cayır cayır yanmakta olan kollarımı. Bunlar ne ara bu kadar kızardılar ki, inanılmaz…

Tarfaya’dan sonra hiç farketmedim ama bayağı yorulmuşum. Özellikle Tarfaya’dan önceki o rüzgara karşı sürüş beni oldukça zorladı. Her neyse şimdi sıfırlanma zamanı. Bakkal-Kahve karışımı mekan dışarıdan bir şeye benzemiyor ama içerisi çok güzel. Her yer Fas’a özel ve bizim İznik çinilerini andıran fayanslarla kaplı. Motifleriyle insanın ruhunu, malzemesiyle de bedenini serinletiyorlar sanki..

Orta yaşlı bakkal ile kaş göz yapa yapa anlaşıp, kendime kocaman bir ton balıklı sandviç yaptırıyorum. Yanına bir de kola açıp dışarıdaki masalardan birisine oturduğum anda normal görünüşlü bir adam gelip pasaportumu istiyor. Şaşırıp aval aval suratına bakınca da; “Polis” diyor. Göz göze geldiğim bakkal da kafasını sallayınca pasaportumu çıkarıp uzatıyorum. Sonraki günlerde bol bol karşılaşıp artık kanıksayacağım şeylerden birisi…

Nerelisin, nereden gelir nereye gidersin, vs kısa bir sorgunun ardından pasaportumu geri verip geldiği gibi aniden kayboluyor. Yine sonraki günlerde fark edeceğim ki; yolda karşılaştığım her Jandarma ve sivil polis bir sonraki noktaya benim geldiğimi haber veriyor. Sanırım ortadan kaybolup, bağımsızlık yanlısı yerlilerle sohbet muhabbet etmemi önlemek için beni sürekli kontrol altında tutmak istiyorlar.

O kadar açım ki çok da aldırış etmeyip direk sandviçime yumuluyorum. Ardından tatlı niyetine çikolata. Ve üzerine enfes bir amerikano. Buralarda en sevdiğim şeylerden birisi en ufak bakkalda bile mükemmel Espresso makinalarının olması.

HAFİF VE HIZLI

Tam da; “Keyfe gelip bayağı oyalandım. Artık gitsem iyi olacak.” diye düşünerek ayaklanmışken, bizim Kanarya Adalı gezginler gelip bakkalın önünde mola veriyorlar.

“Tekrar merhaba!”
“Merhaba… Çok sıcak.”

Biraz perişan bir halleri var. Gerçekten de bu sıcakta bu kadar yükle yolculuk etmek çok zor olmalı. Ben de sıcak biraz daha azalana kadar gidişimi erteleyip biraz sohbet etmeye karar veriyorum.

Paco, Ramon ve Deborah. Üçü de çok yorgun ve bıkkın görünüyorlar. Bisikletlerini kenara koyar koymaz da gelip Karayel’i incelemeye başlıyorlar. Sıcaktan bu kadar bunalınca “Hafif ve Hızlı” tarzı onları da cezbetmiş görünüyor sanki. “Toplam kaç kilo ağırlık ile seyahat ediyorsun?” diye başlayan sohbet alıp başını gidiyor…

Sıcağın geçmesini beklerken bisikletlerden, yolculuktan, yemeklerden, İstanbul’dan, politikadan, insandan, oradan, buradan konuşup duruyoruz. Bir de bakıyorum ki saat üçü geçmiş. Hala almam gereken yetmiş kilometre var.

“Benim bu akşam Laayoune’da olmam lazım, siz ne yapacaksınız?” diye sorunca gülerek; “Biz bugün artık buralardayız, Laayoune’a ise ancak öbür gün varmayı planlıyoruz, sana iyi yolculuklar” diyorlar.

Bir selfi çekip, adres değiş tokuşu da yaptıktan sonra tekrar yola çıkıyorum. Kaymak gibi yol Laayoune’a yaklaştıkça yer yer bozulmaya ve giderek meyillenmeye başlıyor. Ama yine de çok büyük bir aksilik çıkmadan saat yedi gibi Batı Sahra’nın başkentine varıyorum.

Evet, her şey planladığım gibi gitti. O yüzden keyfim oldukça yerinde. Şimdi bir de güzel bir otel bulup sıcak bir duş aldım mı benden iyisi olmaz herhalde.

BENİM CANAVARIN YANINA KOY

Bisikletle dolaşarak kalacak bir yer bulurum elbet diye düşünmüştüm ama beklediğimden çok daha büyük bir şehir ile karşılaşınca çareyi internetten otel bakmakta buluyorum.

Çok geçmeden kendimi uygun fiyatlı ve temiz San Mao Sahara otelinin modern görünümlü ve şaşırtıcı derecede akıcı bir şekilde İngilizce konuşan resepsiyonisti Sarah ile pazarlık ederken buluyorum. Ama işe yaramıyor. Neyse ki otel ucuz, üstelik oda-kahvaltı…

Karayel’i gösterip; “Onu ne yapabiliriz? diye sorunca Sarah; onu takip etmemi söyleyerek beni otelin kapalı garajına götürüyor. Kenarda duran güzel bir motorsikleti gösterip; “Benim canavarın yanına koyabilirsin.” diyerek göz kırpınca devrelerim yine minik bir kısa devre yapıyor, bir kez daha çölün ortasında olup olmadığımla ilgili şüpheler yaşıyorum.

Odam küçük ama son derece kullanışlı. Duş ise mükemmel geliyor. Üzerimi değiştirip, (Yanlış anlaşılmasın, sadece bike-shirt’ü çıkartıp normal t-shirt giyiyorum, bagaj haddi sıkıntısı sebebiyle geri kalan her şey aynı), hava kararmadan kendimi dışarı atıyorum.

Bugün iki yüz kilometre yol yaptım ama kendimi çok iyi hissediyorum. tek sıkıntım cayır cayır yanmakta olan kollarım. Bir an önce bir eczane bulsam iyi olacak. “Umarım açık bir tane bulurum.” demeye kalmadan önüme kocaman bir tane çıkıveriyor. Sahibi de pek cana yakın. Üstelik çat pat İngilizce de biliyor. Altmış faktör bir koruma kremi alıp şehir merkezine doğru yürümeye başlamadan önce ne olur ne olmaz diyerek; “Saat kaça kadar açıksınız” diye soruyorum. “Gece yarısına kadar.” deyince haliyle gözlerim büyüyor. “Nöbetçi misiniz?” diye soruyorum. “Yok hayır, burada neredeyse bütün dükkanlar gece yarısına kadar açıktır.” deyince bir yaşıma daha giriyorum. Avustralya’da zar zor bulduğum ve beşte kapanan dükkanların ardından, benim için tam bir cennet çıktı buralar…

GÜNDÜZ GEÇİT VERMEYEN ÇÖLÜN ACISINI GECE ÇIKARANLAR

Burası gerçekten oldukça büyük bir şehir. Yani direk uçakla gelmiş olsam, kimse burasının çölün göbeği olduğuna inandıramazdı beni herhalde. Üstelik sadece büyük de değil, aynı zamanda oldukça modern. Kent merkezine vardığımda İstanbul’un pek çok köşesinden bir fark göremiyorum.

Bir de acayip canlı buralar. Geç saat olmasına rağmen, kadınlı erkekli herkes sokakta, ara sokaklarda çocuklar top ve saklambaç oynuyor. Caddelerde ise bütün mağazalar açık ve her yer cıvıl cıvıl. Az önce Eczacıya şaşırmıştım ama kendi gözlerimle görünce artık inanmazlık edemiyorum. Sanırım bu bir tür “Gündüz pek geçit vermeyen çölün acısını gece çıkartmak!” gibi bir şey olsa gerek…

Ve ben de bunun tadını çıkartmaya karar verip kendimi kalabalığın içerisine bırakıyorum. Niyetim yerel bir şeyler bulup yemek. Bir de Fas’a geldiğimiz ilk günden beri etrafta hiç makarna görmedim. O yüzden burada şansımı deneyeceğim, zira günlerdir ideal bisikletçi yemeği olan makarna aşeriyorum.

İlk olarak yerel bir çorba olan Herira’yı keşfediyorum. İçinde yok yok. Bizim Ezogelin çorbasının içine biraz tarhana çorbası ve biraz da nohut eklemişler sanki. Gerçekten de dehşet lezzetli ve besleyici bir şey. Zaten buralarda ekmek de çok güzel olduğundan iki tas içmemek için kendimi zor tutuyorum. Ve tuttuğum için de tebrik ediyorum çünkü çorbacının biraz ilerisinde spagetti yapan bir lokanta varmış. Artık değmeyin keyfime…

Porsiyon da felaket. Neredeyse patlayana kadar yiyorum. Hem yorgunluktan, hem de şişkinlikten kalkıp otele dönebilmek oldukça vaktimi alıyor. Ama sonunda yatakla buluşuyor, dışarıdan çok fazla gürültü patırtı gelmesine rağmen hemen uykuya dalıyorum.

3.GÜN / LAAYOUNE-BOUJDOUR / 187 km

Saat sabaha karşı altı. Erken ama uyandım. Üstelik zımba gibiyim. Metabolizma hızlanmaya başladı. Uykusuzluk artık yakınımda, hissedebiliyorum.

Havanın ağarması sekiz buçuğu bulacağı için ağırdan alarak hazırlanmaya başlıyorum. Burası Akhfenir’e göre daha az nemli ama yine de giysilerim tam anlamıyla kurumamış.

Sarah’ya saat yedi buçuk gibi kahvaltıya ineceğimi söylemiştim. O yüzden mecburen odada bekliyorum. Bu kadar enerjik iken yapacak hiç bir şey olmaması gerçekten çok sinir bozucu. Çektiğim fotoğrafları tekrar gözden geçirip aldığım notları yeniden düzenleyerek vakit geçirmeye çalışıyorum.

Ve sonunda ezan sesi bekleyişimi sona erdiriyor. Yalnız ezan deyip geçmemek lazım, bizim ülkemizdekine hiç benzemiyor. Buradaki daha çok canavar düdüğünü andırıyor. Sanki müezzin direk; “Çabuk namaza gelin, yoksa ben size yapacağımı bilirim.” dermiş, veya hadi kibarlığı bırakayım, sanki neredeyse küfür edermiş gibi okuyor…

Sevinçle resepsiyona iniyorum ama kimsecikler yok. Sağı solu kontrol ediyorum ama kahvaltı edilecek bir yer de yok. Sonunda gençten bir çocuk gelip kahvaltının terasta olduğunu söyleyince bacaklarım bayram ediyor. Bir koşu çıkıveriyorum hemen…

Yola çıkmadan önce yemek pek adetim değil çünkü biraz sürmeden bir şeyler yemek kasları şişiriyor. Niyetim kahvaltılıklardan kendime azık yapıp yolda yemek. Yine de peynir ve zeytinlerle sandviç yaparken kendimi sıcacık ekmek, tereyağ ve balın cazibesine kaptırmaktan alıkoyamıyorum.

KUM TEPELERİ

Şehrin dışına çıkmam biraz zaman alıyor ama sonunda yeniden “Route Nr1”e çıkıp batıya doğru yol almaya başlıyorum. Çok geçmeden iki tarafım da kum tepeleri ile çevriliyor ve kendimi inanılmaz güzel bir manzaranın içinde buluyorum.

Aslında çölün çok az bir kısmını kaplayan ama güzelliği nedeniyle çölü anlatan bütün eserlerde kullanıldığı için bizim “Çöl” denince anladığımız manzara bu. Kadın bedenini andıran bir yumuşaklıkta ve kızıla çalan turuncu kum tepeleri. Gerçekten de eşsiz ve çok güzel.

DurUp biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama rüzgarın savurduğu kumlar yüzünden hiç de kolay olmuyor. Etrafta dayayacak hiç bir şey olmadığı için pedalın altına koyduğum kaskımla sabitlemeye çalıştığım Karayel, ben bir kaç adım geri çekilip kadraj yapana kadar hoppadanak devriliveriyor.

Zor da olsa bir kaç çok güzel poz yakaladıktan sonra yola devam ediyorum. Batıya doğru gittiğim için Kuzeyden kuvvetlice esen rüzgar oldukça can sıkıyor. Ama on on beş kilometre ilerideki Port Foued’den sonra yeniden Güneybatıya döneceğim için çok dert etmiyorum.

Port Foued’de durup artık canımı sıkmaya başlayan ön çataldaki sol su şişesi taşıyıcısını tamir ediyorum. Laçka olan vidası yüzünden su şişesi sürekli arkaya doğru düşmeye başlamıştı. Yeni bir plastik kelepçe takıyorum ama tatmin olmayınca bir de lastik ile destekliyorum. Sanki artık sorun çıkarmayacak gibi…

Ve Güneybatıya dönüp devam ediyorum. Artık önümde blok bir seksen kilometre var. Yoldan geçen zaten az sayıdaki araçlar giderek daha da seyrekleşmeye başladı. Yavaş yavaş iyice; “Bir ben, bir yol, bir de yukarıdaki” moduna geçmeye başlıyorum.

Keyiflendim ama boynumdaki ağrı tekerrür ediyor. Bu sefer geçmesini beklemeden durup hemen merhem tedavisi uyguluyor, hazır durmuşken sabah kahvaltıda hazırladığım sandviçlerden birisini de götürüveriyorum.

DEVE ÇIKABİLİR

Tekrar yol, tekrar düzlük, tekrar uçsuz bucaksızlık ve tekrar hiçliğin ortasında olma duygusu. Gerçekten çok sıra dışı ve insanı farklı ve daha önce deneyimlemediği şekilde hissettiriyor. Yine hipnoz oluyorum ve saatler pedal çevirmelerimle birlikte akıp gidiyor…

Karnımın acıkmasıyla tekrar dünyaya dönüyor, bir “Deve Çıkabilir” tabelasının yanında mola verip Karayel’in fotoğrafını çekiyorum. Avustralya’dayken çektiğim “Karayel+Kanguru Çıkabilir Tabelası Fotoğrafı”na çok iyi bir eküri olacak…

Yine gelenekselleşmiş bir şekilde tabelaya; Atatürk, Türk Bayrağı ve Nazar Boncuğu çıkartmaları yapıştırarak çölün ortasında izimi bırakıyorum. Biraz daha dinlenme ve ardından tekrar yol.

Yarı yoldaki Lamssid’e iyice yaklaştım artık. Araştırabildiğim kadarıyla pek yerleşim yok ama büyük bir benzin istasyonu ve lokanta olması gerekiyor. Ve gerçekten de aynen öyle çıkıyor.

SİVİL AMCA

Lokantada karnımı doyurup, küçük ama yok yok marketten aldığım narlı yoğurt, şekerpare kek ve Redbul ile deyim yerindeyse ziyafeti tamamlıyorum. Tam şişmiş göbeğimi sıvazlayıp mayışma pozisyonuna geçmişken yine sivil bir amca gelip pasaportumu istiyor. Artık aşina olduğum için hiç sorun çıkartmadan veriyorum. Yine aynı sorular vs. “Selametle” deyip geldiği gibi kayboluyor. Sonradan bayağı bir hayır duamı alacak bu amca…

Güneş hala tepede ama yol da uzun o yüzden fazla oyalanmadan Karayel’i yedeğime alıp yola doğru yürümeye başlıyorum. Tam bir hafif ticari aracın yanından geçerken, arabanın arka kapısını açmış bagajdaki bir şeylerle uğraşan, ve lokantada yemek yerken yan masamda oturduğunu hatırladığım otuz yaş civarında bir adam elinde bir şeylerle bana dönüp gülümseyerek alsana dercesine bir jest yapıyor.

Şaşkınlığım geçince bana doğru uzattığı şeyin bisiklet tekerlerine takılan bir çift kedi gözü olduğunu anlayıp ne diyeceğimi bilemiyorum. En ufak bir ağırlık daha taşımak istemiyorum ama diğer yandan bu kibar jeste olumsuz karşılık vermek de tam bir zalimlik olacak…

En içten gülümsememi takınıp, elimden geldiğince durumu anlatmaya çalışıyor, sağ elimi kalbimin üzerine koyup; “Şükran, şükran, şükran” diyerek sözlerimi bağlıyorum. Duygulanmamak elde değil…

Sonraki elli kilometre yine uçarak geçiyor. Ben yine benim ama sanki tüy kadar hafiflediğim bambaşka bir evrendeyim…

SÜRPRİİZ

Boujdour’a kırk kilometre kala yine bir kontrol noktasında Jandarmanın kenara çek işaretiyle yavaşlayıp durur durmaz da artık adetim olduğu üzere bir fiş çıkarıp vermek için sırt çantama uzanıyorum. Ve tabi uzanmamla birlikte başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor.

Çantam sırtımda değil. Lamssid’de unutmuş olmalıyım…

Asıl ilginci ise daha ben ağzımı açmadan Jandarmanın bana “Çantanı unutmuşsun.” diyerek sırıtması oluyor…

Ne diyeceğimi bilemeden bir şeyler geveliyorum. Jandarma bana kontrol noktasındaki bir sandalyeyi gösterip oturmamı işaret ederken ekliyor; “Sen otuR ben çantayı getirtmeye çalışacağım.”

İkiletmeden dediğini yapıyorum. Zaten bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde pek bir alternatifim varmış gibi de görünmüyor.

Bu arada saat dört olmuş ve hava kararmadan Boujdour’da olmak istiyorsam en geç beş gibi buradan ayrılmış olmam gerek… Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi yanıma yaklaşan Jandarma elindeki telsizi işaret ederek; “Getirtmeye çalışıyorum ama ne kadar sürer bilemiyorum. Yani problem. Bence bu gece burada yat. Çadırın var mı?” diyor.

Çadırım var ama bu rüzgarda çadırda kalmak neredeyse imkansız gibi. Zaten duralı üç dakika bile olmadı ama neredeyse buz kestim…

JİLET JANDARMA ABDELGANİ

İsmini soruyorum, başta biraz tereddüt edip; “İsmimi ne yapacaksın?” diyor. “Hitap etmek için” deyince; “Abdelgani” diye cevaplıyor. Kıyafeti ve duruşu jilet gibi. Arkadaşlık etmeye çalışıyorum ama bayağı bir talı-sert bizim süper jandarma. Hatıra fotoğrafı çekeyim diyorum izin vermiyor. “O zaman al sen çek!” deyince artık itiraz edemiyor. Ben de böylece Karayel ile birlikte göründüğüm nadir fotoğraflardan birisine daha kavuşuyorum.

Abdelgani’ye elimden geldiğince diğer tur bisikletçileri gibi olmadığımı, nispeten daha hızlı seyahat ettiğimi anlatıp, eğer saat beşe kadar çantamı getirtebilirse akşam olmadan Boujdour’a varabileceğimi dolayısıyla kendisinin de endişelenmesine gerek kalmayacağını izah ediyorum.

Çünkü diğer jandarmaların da özellikle sık sık vurguladığı gibi kendisi her ne kadar üzerine basa basa turistlerin güvenliğini önemsediklerini söylüyorsa da ben asıl dikkat ettikleri şeyin geceye kalıp kontrolleri dışında “Batı Sahra”lı bağımsızlık yanlıları ile temas etmemem olduğunu tahmin ediyorum…

Sanırım ikna etmeyi başardım ki, saat beşe beş kala gelen bir tır son derece özenli bir şekilde paketlenmiş çantamı getiriveriyor. Bunun Lamssid’deki sivil amcamın icraatı olduğundan en ufak bir şüphem bile yok…

Abdelgani çantayı kontrol etmemi istiyor. Gerçekten de aynen bıraktığım gibi. Peş peşe beş “Şükran” sıralayıp, telefonumu kaydeden Abdelgani’ye Boujdour’a varır varmaz arayıp nerede kaldığımı haber vereceğime söz vererek tekrar yola koyuluyorum.

Rüzgar gerçekten de çok beterleşti. Yolun üzerinden kumlar uçuşuyor. Durup videosunu çekeyim diyorum ama hem Karayel’i düz tutamıyorum hem de daha iki dakika geçmeden donmaya başlıyorum… Vakit de geç olmaya başladığı için vazgeçip Boujdour’a doğru elimden geldiğince hızlı sürmeye başlıyorum.

Ve saat tam yedi olmuşken şehrin girişindeki polis kontrol noktasına varıyorum. Burada Jandarma yerine polis var. Ama muhabbet aynı; “Nereden, nereye, fiş, vs, vs…”

Abdelgani’yi arayıp vardığımı haber veriyorum. Kibarca teşekkür edip iyi yolculuklar diliyor.

BOUJDOUR’UN BULVARI

Polislerden otel sorup, o ıssızlıkta hiç beklemeyeceğim genişlikte ve uzunlukta bir bulvardan kente giriş yapıyorum. Sanki insanları buralara çekmek için sonradan özellikle yapılmış gibi. Bir çöl kentinin organik dokusuyla hiç uyuşmuyor. Tıpkı yolda gördüğüm birbirinin aynısı evlerden oluşmuş ama bomboş proje küçük kasabalar gibi. Anladığım kadarıyla Fas hükümeti burayı daha fazla sahiplenebilmek için kendi nüfusunu getirmeye çalışıyor ama görebildiğim ve Jandarmaların tavrından sezebildiğim kadarıyla bunda pek başarılı olabilmiş değil…

Sonunda bulvar bitip şehir başlıyor. İşte, polislerin tarif ettiği Gos Otel’de hemen orada zaten…

Karayel’i otelin duvarına yaslayıp binanın içine giriyorum. Respesiyon birinci katta. Kocaman üzeri boş bir masanın arkasında kapalı, ama iyice açılmış örtüsüyle rahat rahat oturan on yedi on sekiz yaşlarında bir kız oturuyor. Sanki kapalılığı muhafazakarlığından değil de çöl kumlarından korunma geleneğinden. İngilizce konuşup konuşmadığını soruyorum. Çok güzel bir telaffuzla karşılaşınca neşem yerine geliyor.

Adı Mary. Kısaca derdimi anlatıp, yatak ve sıcak su aradığımı söylüyorum. “Tabii ki” diye cevaplayıp yanında oturan yaşlıca kadınla beni üst kattaki odayı görmeye yolluyor. Oda tam olması gerektiği gibi. En ufak lüks yok ama temiz ve kocaman bir yatak ve sıcak suyu olan bir duşu var. Daha ne olacaktı ki…

Mary’nin yanına inip ödemeyi yapmadan önce Karayel’i koyacak bir yerleri olup olmadığını soruyorum. Beni yine az önce bana refakat eden yaşlı kadın ile bu sefer giriş katında hem mutfak hem de kiler olarak iş gören kilitli bir yeri görmem için gönderiyor. Evet burası da Karayel için biçilmiş kaftan.

ENTELLEKTÜEL KARDEŞLER

Çantaları çıkarıp önce Mary’nin yanına çıkıyorum. Kızcağız çok genç ama o kadar aklı başında ki kendime engel olamayıp sohbet etmeye koyuluyorum. Özellikle kent ile ilgili konuşuyoruz. Son derece entellektüel bir hali var. Konuşsak sabaha kadar konuşacağız sanki ama gidip bir şeyler yemem sonra da biraz dinlenmem lazım. İstemeyerek de olsa vedalaşıp odama çıkıyorum.

Sonrası bildiğiniz muhteşem anlar. Güzel bir duş. Tersiz kıyafetlere geçiş. Vs, vs…

Bu arada çok rüzgar yemekten olsa gerek sol bademciğim ağrımaya başlamış. Ve bu en büyük teknik arızadan bile daha tehlikeli. Çünkü hastalandığın anda; “Game Over”…

O yüzden bir nöbetçi eczane vs tarifi almak için çıkmadan tekrar resepsiyona uğruyorum. Mary ile karşılaşmayı beklerken bu sefer karşıma bir iki yaş daha büyük erkek kardeşi Ahmed çıkıyor.

O da son derece aklı başında. “Galiba bu ailede bir gelenek” diye düşünüyorum ama Boujdour’da bir kaç saat geçirip bir kaç çöl insanı ile daha tanıştıktan sonra bunun buralarda son derece normal olduğunu fark edeceğim.

“Nöbetçi eczane bulabilir miyiz?” diye sorunca Ahmed şaşırıyor. “Buralarda dükkanlar gece yarısına kadar kapanmaz ki!” deyince Laayoune’daki eczacının söylediklerini hatırlıyorum…

Ardından teklifsizce önüme düşüp; “Gel seni götüreyim.” deyince çok hoşuma gidiyor.

KİLON KADAR ÖDEYECEKSİN

Dışarı çıkar çıkmaz yine önceki akşamki gibi cıvıl cıvıl bir ortamın içine düşüveriyoruz. Her tarafta bir hareket. Genci yaşlısı, kadını erkeği.. Herkeste bir canlılık, bir neşe… Çölde bu kadar hayat olacağı kimin aklına gelirdi ki…

Dışarıdan biraz pejmürde görünen eczanenin içeriden bakılınca İstanbul’dakilerden hiç farkı yok. Oldukça da kalabalık. Üç eczacıdan birinin bize bakması için bir iki dakika beklememiz gerekiyor.

Sonunda bir tanesi bizimle ilgileniyor ve istediğim ilacı hemen bulup getiriyor. “Kaç para?” diye sorunca da gülerek; “Kaç kiloysan ona göre hesaplayacağım.” diyor. Bir an aklımdan manavdaki “Her şeyin kilosu aynı fiyata” muhabbeti geçerken bir yandan da içimden; “Oha ilaçlar da tek fiyat ve insanların kilosuna göre mi belirleniyor yani?” diye geçiriyorum.

Nasıl aptal aptal bakıyor olmalıyım ki kısa bir süre sonra Ahmed ile eczacı; “Şaka şaka” diyerek kahkahayı basıyorlar. “Çölde de sazana gelmedik!” demeyeceğiz yani…

Dışarı çıkınca Ahmed’e bildiği yemek yiyecek iyi bir yer var mı diye soruyorum. Özellikle de ev yemekleri yapan bir yer diye ekliyorum. Sonra Laayoune’daki çorba aklımda ve kalbimde yerini aldığından olsa gerek; “Çorba mesela” diye ekliyorum. Kısa bir an düşündükten sonra göz kırpıp onu takip etmemi işaret ediyor.

Bir iki ara sokaktan geçerek yine dışarıdan pek bir şeye benzemeyen bir dükkana giriyoruz. Aslında içeriden de lokantayı andıran tek yanı iki masa ve bir kaç sandalye…

KALAMAR ÇORBASI

Ahmed “Selamınaleyküm” deyince arka taraftan orta yaşlı ve temiz yüzlü birisi geliyor. İnanılmayacak kadar beyaz tenli ve mavi gözlü. Ahmed kendi dillerinde bir şeyler konuştuktan sonra bana dönerek “Kalamar çorbası varmış.” diyor.

Buyur buradan yak; yani birisi ile kazanamayacağına emin olacağım bir iddaya girecek olsam “Git çölün ortasında kalamar çorbası bul!” derdim herhalde…

Her neyse, bulunduğum coğrafyaya zihnen uyduramadığımdan olsa gerek pek de çekici gelmiyor. Kibarca red ediyorum ama bizim temiz yüzlü aşçı ısrar edip içeriden denemem için küçük bir tasta getirdiği iki kaşık çorbayı önüme koyarak kendinden emin bir şekilde beklemeye başlıyor.

Artık kaçış yok. İsteksizce de bir kaşık alıp tadına bakıyorum. Yani iyiki de bakmışım. Kalamar tadıyla uzaktan yakından alakası olmayan çorbanın acayip güzel bir de lezzeti var. Hafiften utanarak, “Hımm hiç de fena değilmiş aslında” babında bir şeyler mırıldanınca bıyık altından gülümseyerek göz kırpan bizim aşçı sırtımı pışpışlayıp beni masalardan birisine oturtuyor.

Ahmed izin isteyip otele, aşçı da mutfağa doğru gidince dükkanda yalnız kalıp beklemeye başlıyorum. Beklerken de gözlerim ister istemez sağı solu tarıyor ve bir anda duvarda çerçevelenmiş bir şey görüyorum. Dikkat kesilince anlıyorum ki bu imzalı mühürlü bildiğin yeme içme mekanı ruhsatı. Sağ üst köşesinde de bizim aşçının gülümserken çekilmiş bir resmi var.

LÜKS YOK AMA HER ŞEY VAR

O anda biraz daha buraların ruhunu kavramaya başlıyorum. Buralarda pek prim verilmeyen dış görünüşün ardında aslında mükemmel işleyen bir sistem var. Kaç gündür beni şaşırtan bir şekilde hiç ihtimal vermediğim yerlerde hiç beklemediğim kadar uygun çözümlerle karşılaşıp duruyorum. Ve her ne kadar ilkel görünseler de aslında hepsinin altında binlerce yıllık bir bilgeliğin dna’sı yatıyor sanki… Buralarda hayat o kadar gösterişli değil belki ama son derece zengin ve işlevsel…

Lokantadan çıkıp yürümeye başlayınca peşine takıldığım giderek büyüyen kalabalık beni sonunda cıvıl cıvıl bir panayıra götürüyor. Her taraf ışıl ışıl aydınlatılmış ve içinde PS4’ten tutun marka giyeceklere kadar her şeyin satıldığı çadırlarla dolu. Ellerindeki ekolu megafonlarla insanları kendi tezgahlarına çekmeye çalışan çığırtkanların gürültüleri nereden geldiğini kestiremediğim göbek havalarının namelerine karışıyor.

Çadırların arka tarafına kurulmuş bir lunaparkta ise bir tarafta küçük çocuklar çığlık çığlığa eğlenirken diğer tarafta kızlı erkekli gençler çekirdek çitleyerek dolaşıyorlar… Çadırların arasında kırıtarak dolaşan kapalı kadınlar ise dikkatle bakıldığında o kadar bakımlı görünüyorlar ki anlatamam…

ZEKA OYUNU DEDİĞİN BÖYLE OLUR

O sırada gördüğüm bir manzara çok dikkatimi çekiyor. Sebze meyve satılan tezgahların arasından geçerken el yapımı bir damalı kartona eğilmiş dama oynuyan iki tezgahtar adam görüyorum. Yani telefonlarını kurcalamak yerine bir zeka oyunu oynuyor olmaları dikkat çekici ama daha dikkat çekici olan şey dama taşı yerine bir tanesinin dilimlediği turuncu havuç dilimlerini, diğerinin ise beyaz turp halkalarını kullanıyor olması. Zeka oyunu için zeka gerekir zaten öyle değil mi…

Bir de dikkatimi çeken şey ortalıkta çok fazla erkeğin olmaması oluyor. Yürümeye devam edip ana caddeye çıkınca bu merakımı da gideriyorum. Caddenin iki tarafına sıralanmış kahveler tıka basa erkek dolu. Koca koca ekranlarda heyecanla Borussia Dortmund-Paris Saint Germain Şampiyonlar Ligi maçını izliyorlar.

Canım da zaten kahve çektiği için bir tanesinden içeri giriveriyorum. Hınca hınç dolu salonu geçip dipteki mutfağa ulaşmam kolay olmuyor. Bir amerikano söyleyip yapılmasını beklerken bir şaşkınlık daha yaşıyorum. Hıncahınç erkekle dolu ve testosteronun tavan yaptığı kahvenin tek garsonu genç bir bayan. Üstelik kapalı falan da değil. Erkekler bağırıyor çağırıyor ama hissedebiliyorum ki küfür müfür yok. Evet bu çöl gerçekten de sürprizlerle dolu…

Biraz maça bakayım diyorum ama bir kaç gündür yaşadıklarımın ardından zerre kadar ilginç gelmiyor. Garson kıza hesabımı ödeyip teşekkür ederek odama yollanıyorum. Bence bu akşamlık bu kadar şaşkınlık yeter yoksa aşırı dozdan arıza çıkacak…

4.GÜN / BOUJDOUR-OUED KARAA / 174 km

Korkmama gerek kalmadı zira sabaha karşı saat dört gibi arıza ile uyanıyorum. Ama aşırı dozdan değil de metabolizmamın aşırı hızlanmasından.

Aslında önceki turlardan buna aşinayım ama yine de; “Belki bu sefer olmaz…” gibi çocuksu bir beklenti oluyor her zaman. Tabiri caizse bedenim bir enerji patlaması yaşıyor. Motorum o kadar hızlandı ki… Çok ağır bir tekerlek gibi, başlangıçta hızlandırmak biraz zaman alıyor ama bir kez hızlandı mı bu sefer de durduramıyorsun…

Sağa dönüyorum, sola dönüyorum ama nafile. Bir türlü uyku tutmuyor. Bu kadar enerjikken hiç bir şey yapmadan durmak zorunda kalmak gerçekten de biraz işkence gibi… Tek çare zihnimi kullanarak bedenimi teselli etmeye çalışmak. Ben de çaresiz hayaller kurup kendimi oyalamaya çalışarak sabahı buluyorum…

NEREDEN GELİYOR BU SU…

Hazırlanıp resepsiyona inmem çok sürmüyor. Ama hemen çıkmayı planlamış olmama rağmen yeni uyanmış Ahmed ile koyu bir sohbetin içine düşüveriyoruz. Hayat, felsefe, politika… Uzun zamandır bu kadar kaliteli bir sohbeti etmediğim için çok hoşuma gidiyor. E tabii; modern hayatın ben-merkezci meşguliyetleri buralara pek uğramadığından insanlar da vakitlerini düşünüp konuşarak, telefonlarını kurcalamak yerine birbirleriyle zeka oyunları oynayarak geçiriyorlar haliyle…

Sohbet çok hoş ama yola çıkmam lazım. Ahmed’den kibarca ama hiç de istemeyerek izin istiyorum. Karayel’i almak üzere alt kattaki mutfak-kiler karışımı mekana iniyoruz. Ben çantaları takarken su şişelerimi doldurmak ister miyim diye soruyor. “Ama” diye ekliyor; “Önce suyumuzun tadına bakmalısın.”

Aniden çöle geldiğimden beri aklımı kurcalayıp duran o soruyu sormanın tam zamanı olduğunu fark ediyorum; “Ahmed, çölde suyu nereden temin ediyorsunuz?”

Musluktan doldurduğu bardağı uzatırken; “Biraz iç, anlarsın.” diyerek hafiften gülümsüyor… Doğru, daha ilk yudumda anlıyorum. Bildiğin deniz suyundan biraz hallice bir şey bu içtiğim sıvı.

Yüzümü buruşturacağımı tahmin edermiş gibi önce gülümsemesi kahkahaya dönüyor, ardından ben bir şey söyleyemeden ekliyor; “Denizden arıtıyoruz.”…

Evet, onu anladım, tabi buna arıtmak denebilirse, ama; “Bu suyu içerek nasıl yaşayabiliyorsunuz ki?”. Bu sorunun geleceğini de tahmin etmiş olmalı ki yine ben ağzımı açamadan cevabını veriyor; “Bizim böbreklerimiz sizinkilere göre farklı. Buradaki insanlar zaman içerisinde bu suyu içerek hayatta kalacak şekilde evrimleşmişler. Uyum sağlayanlar kalmış, sağlayamayanlar da…”.

O anda kafamda bir şimşek daha çakıyor ve yemeklerinin de neden o kadar tuzsuz olduğunu anlayıveriyorum.

Daha yirmi dört saat bile olmadı ama sanki Ahmed ile yıllardır arkadaşmışız gibi hissediyorum. O yüzden vedalaşmamız biraz hüzünlü oluyor. Sonunda; “Selametle” deyip pedala basıyorum. Ahmed de “Selametle.” diyerek uğurluyor beni arkamdan el sallarken…

SANDVİÇCİ HOMEROS

Sokaklar okula giden çocuklarla dolu. Beni görünce gülümsüyorlar, ben de onlara gülümseyip göz kırpıyorum.

Dakhla’ya varmama üç yüz elli kilometre kaldı ve artık yol boyunca başka bir köy veya kasaba yok. Sadece yolun tam ortasında, yani buradan yüz yetmiş beş kilometre sonra bir benzin istasyonu var. Oraya kadar arada hiç bir şey olmadığı için bugünkü tedariğimi de yapıp yanıma almam gerekiyor. Niyetim akşama çadır kurmak. Ama bu rüzgarda pek olacakmış gibi görünmediğinden; “Hiç olmadı benzin istasyonunun bir köşesine kıvrılıp yatacağım artık.” diyerek kendimi cesaretlendirip, yolun kenarında gördüğüm bir bakkalın önünde duruyorum.

İçerideki siyahi gençle selamlaşıp adını soruyorum. “Omar” diye cevaplıyor. Aklım önce Türk versiyonu olan Ömer’e sonra da ister Helenik, ister Akdeniz versiyonu diyeceğiniz Homeros’a gidiyor. Ve şakalaşıp arayı ısıtmak için; “Homeros… Güzel…” diyorum, gülüyor.

“Peki Homeros sandviç yapıyor mu ?”

“Evet yapıyor… Fromage?”

“Evet fromage ve Jambon? İki tane lütfen…”

KONUŞMADAN ANLAŞMAK

Tam mis gibi kokan taze iki ekmeği alıp önce içini bizim Karper muadili eritme peynir ile sıvayıp ardından dilimlediği salam parçaları ile doldururken dükkana iki genç kız geliyor.

Ben zaten küçük olan dükkanı meşgul etmeyeyim diyerek dışarı çıkıp Karayel’in son kontrollerini yapıyorum ama hissediyorum ki kızların gözleri üzerimde. Bir yandan bir şeyler arıyormuş gibi yaparken bir yandan da önce bana sonra da birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. E tabi benim gibi acayip tipler çok sık geçmiyor olmalı buralardan.

Adı koyulmamış oyuna katılıp ben de onlara gülümsemeye başlıyorum. Onlar bana gülümsüyorlar. Ben onlara gülümsüyorum. Sonra tekrar onlar bana gülümsüyorlar. Çok hoş… Yani elimizden gelse bir şeyler konuşacağız ama dil meselesi aramızda kurşun geçirmez bir cam gibi duruyor. “Selamınaleyküm” diyorum gülerek. “Aleykümselam.” diyerek karşılıyor onlar da yine gülüşerek. Konuşamıyoruz belki ama yine de anlaşıyoruz bir şekilde, gülerek, jestlerle vs… Hatta bence İstanbul’da başkalarıyla konuşarak anlaşamadığım kadar çok anlaşıyoruz…

Derken Homeros sesleniyor; “Sandviçler hazır monsieur…”

Su, içecek, çikolata, meyve vs kalan eksiklerimi tamamlarken kızlar bakışlarıyla hoşçakal diyerek birer baş selamı verip gidiyorlar. Ben de tedariğimi çantalara yerleştirmek için Karayel’in yanına gidince çok canım sıkılıyor. Çünkü az önce başımdan çıkarıp gidona astığım ve çok sevdiğim şapkam yerinde yok. Kuvvetli rüzgardan uçup girmiş olmalı. “Belki de çok uzaklaşmamıştır.” umuduyla sağı solu araştırıyorum ama nafile…

İLK DEFA KÖPEK

Şehrin çıkışında “Dakhla”yı işaret eden tabeladan sola dönen yol bir anda yeniden ıssızlaşıyor. Bir süre Güneydoğuya gitmem gerek ve bu rüzgarla pek de hoş olmayacak ama en azından henüz sabah ve hem gün taze hem de ben diriyim.

Yaklaşık bir saatlik sürüşün ardından tekrar Güneybatıya dönerken artık güneş de kendini hissettirmeye başlıyor. Yavaş yavaş bir tepeyi tırmanıp yeniden okyanus kıyısındaki platoya ulaşıyorum. Issızlığın ortasında okyanusun gürültüsü rüzgarın uğultusuna karışıyor.

Az ilerledikten sonra yine bir Jandarma kontrol noktası. Sanırım şimdiye kadar gördüklerimin en ıssız olanı bu. Üstelik bu sefer ilk defa sadece tek bir Jandarma var. O da sımsıkı giyinmiş, hatta başında sadece gözlerini açıkta bırakan bir kar başlığı bile var.

Durduğum zaman pek de haksız olmadığını anlıyorum. Sürüş esnasında anlaşılmıyor ama durduğu anda rüzgar öyle bir çarpıyor ki adamı…

Yine bilindik hikaye, pasaport, fiş, nereden, nereye, vs… Yalnız bu sefer rüzgarın kuvvetinden olsa gerek pek uzun sürmüyor. Evraklara şöyle üstünkörü bir göz atan Jandarma “Selametle” deyip hızlı adımlarla kulübesine dönüyor.

Yol ıssız ama birkaç kilometrede bir okyanus kenarına yapılmış dört köşe duvardan ibaret basit evcikler görüyorum. Sanıyorum buradakilerin yazlıkları gibi bir şey bunlar. Daha doğrusu balık tutma kulübeleri diyelim. Çünkü yüzlerce kilometre boyunca muhteşem sahilleri olmasına rağmen buradaki insanlar asla denize girmiyorlar. Balık tutmak ise en yaygın hobi/spor gibi gözlemleyebildiğim kadarıyla.

Yalnız bu bir kaç kilometrede bir gördüğüm kulübelerde hiç kimse yok. Onun yerine hiç de misafirperver olmayan bekçi köpekleri beni bir güzel kovalıyorlar.

Bir süre sonra hem kulübeler hem de tacizler sona eriyor ve yine yol ile baş başa kalıyorum.

MAAŞALLAH

Olaysız geçen bir sürüşün ardından öğlene doğru yol kenarındaki harabemsi bir yerde mola veriyorum. Yıkılmış duvarları ile iki üç tane eski taş binadan başka bir şey yok.

Rüzgar hala çok kuvvetli. Öyle ki çit benzeri küçük bir taş duvarın kenarına yasladığım Karayel’i düşmesin diye büyükçe taşlarla sabitlemem gerekiyor. Çantamdan çıkardığım Homeros Sandviç’i yemeye çalışıyorum ama imkansız. Mecburen harabelerden birisinin için girip çömelerek rüzgardan ancak kurtuluyorum.

O sırada çok acayip bir şey oluyor. Whatsapp mesajlarını kontrol ederken tanımadığım bir numaradan gelen, Google marifeti olduğu belli komik bir çeviri ile “Selamınaleyküm. Ben bir denetim. Nasılsın kardeşim Kartal” yazan mesajı okuyorum.

Azıcık düşününce jetonum düşüyor. Bu Jandarmanın işi. Numaramı Abdelgani’den almış olmalı. Çok da iplemeyip, “İyiyim şükran. Boujdour’dan Dakhla’ya gidiyorum.” yazıp gönderiyorum. Bir dakika geçmeden başparmağı havada evrensel “tamam” işareti yapan genç bir erkek selfisi geliyor. Ben de aynını yapıp gönderiyorum…

Takip edilmek pek hoş değil ama nasıl olsa yanlış bir şey yapmıyorum. Hem son derece de güvenli aslında. O yüzden bir adım daha ileri gidip hem daha çok rahatsız etmesinler hem de ekstra güvenlik olsun diye gps izimi gösteren linki de gönderip; “Beni buradan takip edebilirsiniz.” yazıyorum.

Gelen cevap süper:

“Maaşallah… İyi şanslar… Tanrı istekli… Barış yolu…”

Buyur buradan yak…

DOSTUM DOSTUM

Karnım doydu, keyfim yerinde. Biraz fotoğraf çekip yeniden yola çıkıyorum. Güneybatıya doğru uzayıp giden yol dümdüz. Ucu bucağı görünmüyor. Arabalar da geçmez oldu. Sanırım artık modern hayattan yeterince uzaklaştım.

Vakit geldi deyip kulaklıklarımı takıyorum. Aslında bu turu kurgularken en çok hayal ettiğim an buydu: Issızlığın ortasında “Uzun İnce bir Yoldayım” türküsünü dinlediğimi hayal edip duruyordum hep…

Hazırlık olsun diye başka türkülerle giriş yapayım diyerek, ilk olarak ‘Dostum Dostum’u dinlemeye başlıyorum. Ama daha ilk notayı duyar duymaz sanki içimdeki bütün düğümler çözülüyor, bedenimde sıkışıp kalmış bütün o duygular yaş olup sicim gibi gözlerimden akmaya başlıyor.

Bu duyguyu anlatmam gerçekten çok zor: Ağır bir yükten kurtuluş, özgürleşmek, ruhunun arınması, gereklilikler arkasına saklayıp durduğun kendine kavuşmak, yeniden çocuk olmak ilk aklıma gelen kelimeler… Ama yine de tarif etmekte yetersiz…

Nasıl olsa etrafta hiç bir şeyde olmadığı için, iyice bir koyveriyorum kendimi. O anda kaç kilo geldiğimi sorsalar; “Bir kilo bile çekmem.” diye yemin edebilirim. Ruhum duyguların ırmağında bedenim ise ıssız yolun üzerinde yağ gibi kayıp gidiyor tarifsiz duyguların eşliğinde…

O kadar mutluyum ki bunu paylaşmak isteyip Whatsapp grubuna yazıyorum. “Çabuk” diyorum “Herkes bana gönlünden geçen şarkıları göndersin.”…

Ve tek kişilik harika bir parti başlıyor sevdiklerimin eşliğinde. Yağmur gibi yağıyor şarkılar, türküler.

Erik Dalı ile birlikte artık kendimi tutamayıp bisikletin üzerinde giderken oynamaya başlıyorum. Hatta oynamamı videoya kaydedip gruba gönderiyorum. İşte öylece binlerce kilometre öteden akmakta olan şarkılarla türkülerle oynaya oynaya akıp giderken hayatım boyunca hiç unutamayacağım eşsiz anlardan birisi daha kazınıveriyor belleğime…

Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki; “Herhalde böylece sonsuza dek gidebilirim.” diye geçiyor içimden…

NEDEN KORKMUYORUM

Çölün “Hiçliğinin” ortasında, modern hayatın “Herşeyinin” gölgesinde kaybolan benliğim sanki yeniden doğuyor… Bir yol, bir ben ve bir de varsa eğer yukarıdaki… Son derece basit ama bir o kadar da güzel… Tıpkı pasta yerine ekmek, şerbet yerine su gibi…

Ve yine oluyor… Kendimden kurtulup yeniden herşeyin parçası olduğumu hissetmeye başlıyorum. Kendimi kaybetmem ile birlikte haliyle ondan kaynaklanan sınırlılıklarım ve korkularım da işlevsiz kalıyor. İşte özgürlük… İşte bu turların hedefi ve tepe noktası…

“Bunu paylaşmam gerek.” diye düşünüp gruba şu mesajı atıyorum;

“Fırsattan istifade hep merak edip sorduğunuz bir şeyi cevaplayayım bari: bu ıssızlıkta korkmuyor muyum ?!

Şimdi şöyle; tam şu anda, bu büyük bütünün ortasında, kendimi sınırlarımdan kurtulmuş ve öylesine buraya uyumlu olarak hissediyorum ki, sürekli yapışıp kaldığım ve başıma bin türlü dert açan benliğimin hiç bir anlamı kalmıyor. Yaşam ve ölümün ne kadar birbiri olduğunu, ve aslında tıpkı benimle burası gibi nasıl da aynı bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu şu anda son derece iyi anlamış vaziyetteyim… İşte ben dediğim şeyin sınırları böylelikle ortadan kalktığı için haliyle ona bir şey olmasından korkmaya da gerek kalmıyor.

Uzun lafın kısası; şu an ölsem de gam yemeyeceğim için: hayır korkmuyorum…

Ve bunu idrak etmek o kadar uyandırıcı ve özgürleştirici ki”

TABELANIN YARIM METREKARELİK GÖLGESİ

Sadece kendim olduğum düşüncesiyle birlikte onun en iyi dostu zaman kavramım da hafiften kayboluyor. Ne kadar bir süre böyle uçmuş bir halde gittiğimi anlamadan, artık bacaklarım çalışamaz hale gelince durmak için bir yer aramaya başlıyorum.

Sanırım benzinim bitti. Yeniden doldurmam gerek. Ama bu güneşin alnında şöyle altına girebileceğim elli santim yüksekliğinde bir taş bile yok ortalıkta. Neyse ki biraz daha gidince karşıma yolun sol tarafında aşağı yukarı bir metrekare gölgesi olan büyükçe bir tabela çıkıyor.

Az önce yaşadığım mutluluğun sarhoşluğuyla bir yandan sandviçlerimi tıkınırken bir yandan da aldığım notlara bakıyorum. Öyle komikler ki… Artık mutluluk mu çarptı yoksa güneş mi karar veremiyorum. Umurumda da değil zaten…

Yedikçe yiyorum tabelanın minik gölgesinde. Sanki boğazımda bir kara delik varmış gibi ağzıma attığım her şey hop diye içeriye çekiliveriyor. Öyle ki bir süre sonra artık yiyip içmekten yoruluyorum…

Karnım doyunca yavaşlıyorum. Bu her şeyin huzurla dolu olduğu yerde kendimi bu sessizliğe bırakmak çok hoşuma gidiyor. Derken yolun ortasına çıkıp yavaş yavaş dönerek etrafıma bakmaya başlıyorum. Masmavi gökyüzü ve benden başka hiç bir şey yok. O kadar sıra dışı ve güzel ki…

ISSIZ YOLDA ESKORTLAR

Yeniden yola düşüp, artık neredeyse hiç araba geçmeyen kaymak gibi asfaltın üzerinde zikzaklar yaparak gitmeye başlıyorum. Bedava lunapark gibi bir şey işte…

Sonra sanki yalnızlığımı farketmiş ve mutluluğumu paylaşmak istermiş gibi, önce bir iki derken giderek onlarca helikopter böceği etrafımda dönüp durmaya, asfaltın üzerinde adeta bana eskortluk yapmaya başlıyorlar.

Nasıl olsa kimse yok ya, ben de başlıyorum onlarla sohbet etmeye. Hem çok iyi dinliyorlar, hem de hiç cevap vermiyorlar. Bedava lunaparkın üstüne bedava terapi. Burada hayat pek bir kolay…

Derken yine doğa kanunları tecelli ediyor ve yukarıdaki bu yaşadıklarımı kıskanmış olmalı ki, zaten oldukça zorlayan sıcağın yanına bu sefer kafa rüzgarı ve rampa ekliyor… Eklesin. O anda yol da benim, dünya da benim. Zararı yok…

PETROM SAHARA

Epey bir tırmanışın ardından önce “Noufied” tabelasını, ardından da ilerideki benzinciyi görüyorum. Henüz sadece yüz elli kilometre oldu. yani beklediğimden yirmi beş kilometre önce…

Petrom Sahara tabelasından benzinciye giriyorum. Küçük bir yer. Ama bir lokantası ve bakkalı var. Hatta bakkalın yanındaki küçük bir kapının üzerinde duran yamulmuş tabelada “Motel” yazıyor.

Biraz sürpriz olmadı değil hani. Beklediğimden hem yirmi beş kilometre beride, hem de motel var. Neyse, şikayet edecek halim yok. Gerçi saat daha dört bile değil ve bu enerjiyle gece uyuyana kadar ne yapacağım hakkında hiç bir fikrim yok ama bu işin tabiatı böyle işte.

Tam Karayel’i duvara yaslayıp kaskımı çıkarırken benzinciye bir yolcu otobüsü yanaşıyor. Ama inenlere bakınca görüyorum ki hiç yolcu yok. Bunların hepsi yeşil elbiseli askerler. Sanırım Moritanya sınırındaki garnizona göreve gidiyorlar.

Lokantaya girip garson Ali ile tanışıyorum. Çok aç olmadığım için öncelikle moteli soruyorum. O da gidip bir başkasına sorduktan sonra; “Evet, boş oda varmış.” diyor.

Konaklama işinin bu kadar kolay hallolmuş olması beni iyice boşluğa düşürüyor. Ben de oturup ayakkabılarımı çıkarıyorum. Çok komik, içleri kumla dolmuş. Hani öyle kumların içinde falan da yürümedim ama, rüzgarın işi mi acaba…

CAMİ VAR

Her neyse, çıplak ayakla yere basmak o kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam. Keyfi katmerlemek için bakkaldan içecek bir şey alıp lokantanın önündeki sandalyelerden birisine oturduğumda Ali geliyor.

Yüzü biraz buruşuk. Yarım yamalak Fransızca ve vücut dili karışımıyla anlattığı kadarıyla motelin anahtarı şu anda burada değilmiş.

E yani, gerçek olamayacak kadar iyi bir şeydi sonuçta…

“Ama cami var orada yatabilirsin.” diyor.

Peki önümüzdeki ilk durak neresi, en yakın yerleşim veya bir sonraki benzinci ne kadar uzakta diye sorunca; “Yirmi beş kilometre sonra bir tane daha var.” deyince biraz anlamaya başlıyorum. Sanırım benim varmayı planladığım yer zaten orasıydı da burası biraz piyangodan çıktı…

“Orada kalacak yer var mı?” diye soruyorum. Bilmiyorum gibisinden bir hareket yapıyor. “Peki orada cami var mı?” diyorum. “Evet, var.” deyince artık yola düşmek benim için kaçınılmaz oluyor.

“Hem vakit daha erken olduğu için zaman geçirmiş olurum, hem de biraz daha yol alıp ertesi günkü mesafeyi kısaltmış olurum.” diye düşünerek tekrar hazırlanmaya koyuluyorum.

Zaten buraya kadar bayağı bir tırmanmıştım. Eğim buradan itibaren tekrar aşağıya döndüğü için yirmi beş kilometre kolayca geçiyor ve bir saate kalmadan Ali’nin bahsettiği benzinciye varıyorum

OUED KARAA

Yalnız burası beklediğimden biraz daha büyük bir yer. Benzincinin arkasında bir kaç hanelik bir de köy var. Haritalarda hiç rastlamamıştım ama küçük bir tabelada yazana göre adı: Oued Karaa.

Asıl ilgimi çeken ise az ileride asfalttan sağa sapan tali yolun köşesindeki diğer tabelada yazan: “Village de Peche” yani “Balıkçı Köyü” yazısı oluyor. Bunu haritada görmüş ama hiç bir kaynaktan bu mevsimde kimse olup olmadığını doğrulatamamıştım.

Hava kararmadan konaklama işini halledebilmek için hemen lokantaya dalıyorum. Tezgahın arkasındaki gözlüklü arkadaşın adı Muhammed. Adı gibi kendisi de tıpkı bir Türk. Ama maalesef tek kelime Türkçe bilmediği gibi, Fransızca veya İngilizce de bilmiyor.

Güç bela derdimi anlatmaya çalışıyorum. Sonunda anlayıp beni takip et der gibi bir hareket yaparak lokantanın çıkışına doğru yürüyor. Peşine düşüp binanın yan tarafına doğru takip ediyorum. Sonunda demir bir kapıyı açıp, iki küçük odası olan bir yere giriyoruz. Odalardan ilki boş, kapısız bir geçitten girilen diğerinde ise yere serili bir hasır ve sağda solda bir kaç minder var.

Elimle tamam işareti yapıp, dilim döndüğünce; “Burada sadece ben mi kalacağım”ı anlatmaya çalışıyorum ama nafile. Bir süre sonra pes edip lokantaya dönüyoruz. Muhammed beni orada oturanlardan birisine götürüp, “Konuş şununla” der gibilerinden bir işaret yapıyor.

Soufian bir tır şöförü. Çat pat Fransızca bir şeyler konuşuyoruz ama yine de söylemek istediğim şeyi anlatamıyorum.

O sırada nereden çıktığını bilemediğim on iki on üç yaşlarında bir çocuk gelip benimle İngilizce konuşmaya başlayınca mesele halloluyor. Muhammed; evet yalnız kalacaksın der gibi başıyla onayladıktan sonra içeri gidip bir anahtarla geri dönüyor.

Elli dirheme yani yaklaşık beş avroya anlaşıyoruz. Muhammed bir kova su ile birlikte çocuğu yanıma katıp; “Gidin.” der gibi bir işaret yapıyor. Anlamıyorum ama; “Bir bildiği vardır nasıl olsa.” diyerek çocukla birlikte mekana doğru yollanınca odaların bitişiğinde bir de tuvalet olduğunu fark ediyorum. Kovayı bırakan çocuk, duvarda asılı küçük küçük kesilmiş bir tomar paket kağıdını da gösterip göz kırpıyor. “Anlaşıldı, tamam…”

VILLAGE DE PECHE

Tam gidecekken çocuğu durdurup Balıkçı Köyü’nü soruyorum. “Evet, balıkçılar var. Buraya dört buçuk kilometre. Yolu da asfalt.” deyince hemen saatime bakıyorum. Havanın kararmasına bir saat ya var ya yok. Elimi çabuk tutarsam hava kararmadan gidip dönebilirim. O balıkçı köyünü görmeyi ve fotoğraflarını çekmeyi gerçekten çok istiyorum.

Hemen Karayel’den büyük çantayı çıkarıp yola koyuluyorum. Soğuk asfalt ana yola göre daha kötü ama yine de fena değil. Işığı kaçırmamak için elimden geldiğince hızlı yol almaya çalışıyorum ve on dakika geçmeden okyanus kenarındaki köy karşımda beliriveriyor.

Gerçekten de tıpkı masallardaki gibi bir yer burası. Hepsi kan kırmızısına boyanmış ve sanki bir elden çıkmışçasına tıpatıp onlarca kayık upuzun kumsalda yan yana yatıyorlar. Oraya buraya serpiştirilmiş, teneke, çuval, karton vs ne bulunduysa yapılmış ufacık kulübeler de kumsalın kenarında hafifçe yükselen tepeye sıralanmışlar yaralı askerler misali.

Yemek saati olsa gerek ortalıkta kimsecikler görünmüyor. Ve batıya bakan sahilin ufkunda güneş tam batarken harika fotoğraflar çekiyorum. Hatta gaza gelip sahildeki minik kayalıklardan birinin üzerine çıkardığım Karayel’in öyle bir pozunu alıyorum ki, döndüğümde o poz pek çok arkadaşımın masa üstünü süslemeye başlıyor.

Ne kadar istemesem de sonunda güneş batınca artık bırakmak zorunda kalıp dönüşe geçiyorum. Yolun yarısında karşıdan mobilet üzerinde gelen bir delikanlı yanımda durup Jandarmaların beni sorduğunu söylüyor. “Evet, çok severler beni, yokluğuma hiç dayanamazlar.” deyip gülüyorum içimden.

Gerçekten de sapağın köşesinde kontrol yapan Jandarmalar beni görür görmez sanki rahatlıyorlar. Akşam içtimasına çıkıyorum; “Fiş? Meraklanmayın bu gece burada yatıyorum. Selametle…” vs, vs…

YANLIŞ ANLAŞMANIN GÜZELLİĞİ

Artık acıktığım için Karayel’i boş olan odaya bırakıp lokantaya dönüyorum. Muhammed tezgahın arkasında paşalar gibi oturuyor. Yine çok güzel bir anlaşamama diyaloğu yaşıyoruz. Tam evlere şenlik

Başta biraz dert ediyordum ama artık hoşuma gitmeye başlıyor. Kendimi kaderimin eline bırakıp Türkçe, “Ne anladıysan onu getir de yiyeyim artık.” diyorum gülerek. Öylece bakıyor. Ben de gülüp; “Ok, ok.” deyip; “Hadi getir de yiyeyim.” der gibi bir şeyler yaptıktan sonra dışarıdaki masalardan birisine oturuyorum.

Biraz sonra güveçte tavuk ve salata getiriyor. Vallahi hiç fena değil. Yumulacağım ama çatal bıçak yok. Ellerimde çatal bıçak varmış da yemek yiyormuşum gibi yapınca, o da omuzlarını kaldırıp “Yok.” dercesine bir işaretle cevap veriyor. Kaşlarımı kaldırıp Türkçe; “E nasıl yiyeceğiz o zaman.” deyince, işaret parmağı ile “Bir dakika” işareti yapıp içeri gidiyor. Döndüğünde bir elinde kahve tezgahından aldığı bir çay kaşığı, öbüründe ise mutfaktan getirdiği bir kasap bıçağı var.

Yine Türkçe; “Ver ver, zararı yok.” deyip çay kaşığı ve mutfak bıçağı ile tavuğa girişiyorum. Şu anda şeytan gelse keyfimi bozamaz herhalde…

Öyle acıkmışım ki yemek kesmiyor, bir şeyler daha sipariş etmeye çalışıyorum. Bu sefer güveç yerine ızgara keçi eti söylüyorum. Yani ben öyle olduğunu ve Muhammed de kendinden emin bir şekilde başını sallayarak göz kırptığı için anladığını sanıyorum. Fakat az sonra yine güveçte ama hiç değilse keçi eti gelince; “Neyse, buna da şükür.” deyip çay kaşığım ve mutfak bıçağımla tekrar yumuluyorum…

Sonrası biraz karanlık. Ne kadar yiyip nasıl bir baygınlık geçirdiysem artık o anlar ile ilgili pek bir şey hatırlayamıyorum. Tek aklımda kalan zar zor minderli odaya geçip uyku tulumuna girdiğim ve erkenden uyuduğum…

5.GÜN / OUED KARAA-DAKHLA / 178 km

Arıza nüksediyor. Saat sabaha karşı iki buçukta uyanıyorum. Odalarda pencere olmadığı için kopkoyu bir karanlığın içerisindeyim. Telefonumun ışığıyla duvardaki anahtara ulaşıp ışığı yakmaya çalışıyorum ama boşuna.

Yine telefonumun ışığını kullanarak Karayel’den söktüğüm ön farı fener gibi kullanıp demir kapıya gidiyorum. Kapıyı açınca içeri biraz ışık girer zannediyordum ama yanılmışım. Dışarısı da zifiri karanlık ve rüzgar dışında hiç bir şey duyulmuyor.

Anlaşılan burada şebeke elektriği yok ve boşuna yakıt harcamamak için jeneratörü de kapatmışlar… Öyle ya gündüz vakti bile tek tük araba geçen bu kuş uçmaz kervan geçmez yerden bu saatte kim geçecek ki?

BİZ Mİ AŞAĞIDAYIZ, YOKSA ONLAR MI ?

Başımı yukarıya kaldırmamla birlikte; “İyi ki de kapatmışlar.” diyorum. Gökyüzündeki yıldızları tarif etmem imkansız… Etrafta en ufak bir ışık kirliliği olmadığı için hepsi de gökyüzünde pırıl pırıl parlayan elmaslar gibi görünüyorlar.

Bir süre büyülenmiş gibi bu manzarayı seyrettikten sonra önce hayranlıkla ürperiyorum, ardından kafam karışıyor. Hani biz hep kendimizin aşağıda yıldızların ise yukarıda olduğunu düşünüyoruz ya. Bana o anda hiç de öyleymiş gibi gelmiyor. Hatta tam tersi olduğuna yemin edebilirim…

Evet, sanki onlar aşağıda ve onların içine düşmemek için acilen yakınımdaki bir şeylere tutunmam lazım.

Ve bir anda küçük bir aydınlanma anı yaşıyorum. Kendi gözümdeki delikten evreni algılamaktan, yani aşağıdan yukarıya baktığını sanmaktan vaz geçince, aslında her şeyi nasıl da sadece kibirli insan perspektifinden ve yalnızca kendi olduğum yerden gördüğümü anlıyorum. Ve aslında böyle yaparak kendimi nasıl da sınırladığımı fark etmek tabiri caizse beni genişletip, neredeyse o yıldızlarla dolu uzayın tamamıymışım gibi hissetmeme sebep oluyor.

Bu anı ölümsüzleştirme arzusu o kadar ağır basıyor ki, pek ümidim olmamasına rağmen yıldızları fotoğraflamaya çalışıyorum. Bir iki başarısız denemenin ardından sonunda ‘Küçük Ayı’nın bir görüntüsünü almam mümkün oluyor. Küçük de olsa, bana çok büyük şeyleri anımsatacak bir hatıra…

Soğuğa daha fazla dayanamayıp tekrar odaya dönüyorum. Saat hala çok erken ama yapacak hiç bir şey yok. Yine bilindik, sağa sola dönmeler, hayal kurmalar vs…

OMLET VE NANE ÇAYI

Bölük pörçük bir uykunun ardından saat yedide tekrar uyanıyorum. Jeneratör hala çalışmaya başlamamış. Mecburen far ışığında yavaş yavaş toplanarak vakit geçirmeye çalışıyorum.

Ve sonunda gün ağarıyor… Bir aksilik olmazsa bu artık sürüşün son sabahı olacak. Lokantaya geçip Muhammed’e uğruyorum. Alıştık artık; ben Türkçe, o Arapça güzelce muhabbet ediyoruz. Omlet ve çay sipariş edip dışarıdaki masama oturuyorum. Bakalım bu sefer ne gelecek…

Şaşırtıcı bir şekilde omlet ve kahvaltı geliyor. Ama çay kaşığım ile kasap bıçağım yok bu sefer. Çok da umursamayıp ekmeği kürek gibi yaparak girişiyorum yumurtalara. Yanında da çay. Daha ne olsun…

Sabah hava yine biraz serin ve ısırıyor. Ama bu aslında sürüş için daha iyi. Hem insanı kendine getiriyor hem de yol boyunca su kaynatmamı önlüyor.

Sonunda Muhammed ve ufaklık ile vedalaşıp yola çıkıyorum. Rüzgar bugün iyice beter. Hatta yola çıktığımdan beri karşılaştığım en güçlü rüzgar bu. Neyse ki tam karşımdan esmiyor.

İnişli çıkışlı bir yoldan sekiz on kilometre gidiyorum ki aniden odanın anahtarını vermediğimi hatırlıyorum. Olacak iş değil. Bana karşı çok iyi davrandılar, o yüzden her ne kadar yolum uzayacaksa da dönüp geri götürmeye karar veriyorum.

Veriyorum vermesine de, o kararı uygulamak pek o kadar kolay olmuyor. Geri dönmemle birlikte rüzgar da tam karşıma geçiyor. Bir iki kilometre uğraşıyorum ama nafile… Sonunda aklıma başka bir şey geliyor ve geri dönüp Dakhla’ya doğru yoluma devam ediyorum.

MAHFOUD VE HANIMI

Yine ıpıssız ve çok güzel bir yol. Ve yine hiç anlamadan geçen iki saat ve altmış kilometrenin ardından yolun ilerisinde bir su kulesi/deposu görüyorum. Altında da en az yüz develik bir sürü. Oldukça sakin görünen hayvanlar deponun altında uzayan yalaklardan su içiyorlar.

Ben onlara dalmış giderken yolun sağından gelen bir sesle irkilip dönünce yaklaşık yüz metre içerideki üzerinde Fas bayrağı asılı bir binanın önünde bana “Gel gel” işareti yapan yaşlıca bir adam görüyorum.

“Yine bir sivil herhalde.” diyerek Karayel’i yedeğime alıp yürüyerek şose yoldan adama doğru gitmeye başlıyorum. Elimi sıkıp beni içeri buyur ediyor. “Pasaport?” diye soruyorum. Hayır anlamında başını sallayıp, “Gel otur.” gibilerden bir şeyler söyleyerek beni içeriye sokuyor.

İçeride yine aynı yaşlarda bir kadın ve yanındaki duvara gömülü taş bir fırın var. Anladığım kadarıyla önündeki tezgahta yan yana dizli bir sürü ekmeği pişirmeye hazırlanıyor.

Kadına selam verip adamın gösterdiği sandalyeye oturuyorum. Adı Mahfoud. Duvar kenarındaki masanın üzerinden aldığı bir dosyayı elime tutuşturup bir yandan da anlatmaya başlıyor.

Buradan geçen pek çok bisikletli gezgini ağırlamış. Gerçekten de elime tutuşturduğu dosya bu gezginlerin fotoğrafları ve yazdıkları anı notları ile dolu. “Buradan geçen ilk bisikletli Türk sensin” diyor, sanki koleksiyonuna beni de katmak istermişçesine.

Yolun karşısındaki su deposunu gösterip; “Git altında bir duş al. Sonra da gelip hanımın ekmeklerinden yersin. Çadırını da bahçeye kur, nasıl olsa bugün Dakhla’ya gidemezsin.” diyor.

Bir an ne yapacağımı kestiremiyorum. Adam o kadar heyecanlı ve ilgili ki kalkıp gitmek biraz kabalık olacak. Son çare dosyayı alıp ben de bir şeyler karalamaya başlıyorum. Üzerine Atatürk, Türk bayrağı ve nazar boncuğu çıkartmalarını da yapıştırınca pek bir mutlu oluyor. Yakından bakıp; “Atatürk, Atatürk…” deyince mutlu olma sırası bu sefer bana geçiyor.

Ardından kibarca o akşam Dakhla’da olmam gerektiğini anlatıp vedalaşıyorum. Biraz daha ısrar edecek gibi oluyor ama kararlı olduğumu görünce iyi yolculuklar dileyip beni uğurluyor.

JANDARMA: BİR ANZARAN’DA NE YAPIYORDUN ?

Mahfoud’un binasının bir kilometre kadar ilerisinde yine bir benzinci bulup duruyorum. Önceki günden kalma son Homeros sandviçimin yanına buradan aldığım kola ve armutu ekleyince yemek güzel bir ziyafete dönüşüyor.

Artık yanımda yiyecek bir şey kalmadı ama kalan yüz kilometrelik yolda ağır yemek yemeyeceğim için bakkaldan aldığım çikolata, kek vs ile manavdan aldığım armut ve muzları çantama atıp tekrar yola düşüyorum.

Biraz gittikten sonra bir su molası verip telefonumdaki mesajları kontrol ederken yine bir sürprizle karşılaşıyorum. Whatsapp’daki Jandarma arkadaşım Mahfoud’un evinin uydu fotoğrafını yollayıp altına da; “Burada ne yapıyorsun?” yazıp bir de çılgınca gülen surat koymuş. Hadi bakalım…

“Mahfoud davet etti, selamlaştık.” diye cevaplayınca bu sefer; “Ne demek” yazıp ardından düşünen adam emojisi gönderiyor. Anladıysam Arap olayım…

Kısaca sohbetimizden bahsedip; “Beni davet etti ama Dakhla’ya gitmem gerektiği için kalamadım.” yazınca bu sefer; “Tanrı isterse, övgü Tanrı’ya, davranışınıza” yazıp, başparmaklı onaylama emojisi yolluyor.

Acayip. Gerçekten acayip….

NEREYE GİDİYOR BU ADAMLAR

Ama biraz daha gidince daha da acayip bir şeyle karşılaşıyorum. Aslında daha önce de bir iki kere karşılaşmıştım ama bu kadar net olarak aklıma takılmamıştı.

Yine ıpıssız yolun ortasında giderken yanımdan geçen bir araba biraz ilerimde duruyor. Arabadan inen on beş on altı yaşlarında bir çocuk göz alabildiğine hiç bir şey görünmeyen çölün içine doğru yürümeye başlıyor.

Başlıyor da, bu çocuk nereye gidiyor ? Bu manzarayla ya da çölün ortasında, ne yol ne de iz olan bir yerde bekleyen insanlarla daha önce de karşılaştmış ama hiç bir anlam verememiştim.

Stefan beni şaşırtmıştı; “Augsburg’dan beri yürüyorum.” diyerek. Hatta ondan sonra yine çölün ortasında yürüyen birisini daha görmüştüm. Üstelik onun sırt çantası da yoktu. Üzerine o Obi Van cüppelerinden birisini geçirmiş, sırtına üzerinde uyuyacağı bir mat asmış, elinde de sopası bildiğin İsa peygamber gibi yürüyordu. Ama ikisi de yolu takip ediyorlardı.

Bu bahsettiğim insanlar ise direk çölün içine, hiç bir şey görünmeyen bir noktaya doğru öylesine kendilerinden emin bir şekilde yürüyorlar ki…

Neyse sonraki günlerde meselenin aslını öğrendim. Hepsi de çölün içerisinde, on on beş kilometre ilerideki iki üç çadırlık bizim köylerimize denk düşen obalarına gidiyorlarmış aslında. Ne yol ne de bir iz olmasına rağmen, bazen deve dışkılarını, bazen bir dikeni, bazen de bilerek oraya yerleştirdikleri bir taşı kerteriz noktası alarak.

Ve komik olan şuydu ki onlar da bizim nasıl olup da şehirde yolumuzu bulabildiğimizi anlamakta aynı derecede güçlük çekiyorlardı… O zaman anladım. Evet, doğadan o kadar uzaklaşmıştık ki, insan yapımıza en uygun, en basit işler bile bize artık olağanüstü şeylermiş gibi geliyordu. Tıpkı yabancı oldukları şehir hayatının da bu çöl insanlarına kaotik geldiği gibi…

JANDARMA POSTASI

Öğleden sonra artık akşama dönerken Dakhla sapağına ulaşıyorum. Yol artık bitti sayılır. Burada 'Route Nr1’den ayrılıp Dakhla’nın üzerine kurulduğu yarımadada yapacağım yaklaşık elli kilometrelik bir sürüşün ardından tur bitecek.

Sapakta Jandarmaları görünce seviniyorum. Gözüm bütün gün onları aradı ama neredeyse ilk defa yüz otuz kilometre boyunca bir tane bile görmedim.

Hemen yanaşıp selamlaşıyorum. Bu ikisi oldukça neşeli görünüyor. Dakhla nispeten turistik ve arkamda kalan yerlere göre biraz çölün Paris’i gibi bir yer olduğundan olsa gerek.

Pasaportu ve fişimi verip; “Sizden bir şey rica edebilir miyim diye soruyorum. “Tabii, söyle bakalım.” diyorlar. Oued Karaa’da kaldığım yerin anahtarını üzerimde unuttuğumu, gönderip gönderemeyeceklerini soruyorum.

Gülerek; “Tabii ki gönderebiliriz.” diyorlar. Zaten hiç şüphem de yoktu ki. Buralarda Jandarma bence Kral’dan bile daha etkili…

Hemen Muhammed’e kısa bir özür notu yazıyor, altına bir Türk bayrağı çıkartması yapıştırdıktan sonra anahtarı kağıdın içine paketleyip Jandarmalara veriyorum. Ardından tam üç kere gideceği yeri tarif edip Muhammed’in adını veriyorum. Jandarmalar gülerek; “Tamam, anladık, zaten orada başka bir yer yok ki, artık meraklanma.” deyip beni yolculuyorlar…

SIRAT KÖPRÜSÜ

Sapaktan Batı’ya dönmemle birlikte rüzgar yeniden canımı yakmaya başlıyor. Neyse ki bir süre sonra yeniden Güneye döneceğim diye kendimi avutarak devam etmeye çalışıyorum.

Biraz devam edince tur planlamasını yaparken sürekli fotoğraflarını gördüğüm; Dakhla’nın o meşhur harika yolu aniden karşımda belirince çok duygulanıyorum. Sanki rüyada gibiyim. Durup Karayel’in içinde olduğu fotoğraflar çekmeye çalışıyorum ama imkansız. Rüzgar sürekli düşürüp duruyor.

Bir süre sonra pes edip yeniden yola koyuluyorum. O muhteşem yol sonunda bir rampaya sarıp bitişinde de bir boğaza çıkıyor. Yalnız boğaz dediğime bakmayın genişliği en az bir beş kilometre var.

Burası aslında Dakhla adası ile anakarayı birbirine bağlayan, deniz seviyesinden yüksekliği taş patlasın iki metre olan bir bağlantı gibi duruyor. Ve aslına bakarsanız karadan daha çok bir kum denizine benziyor. Sağım ve solum alabildiğine dümdüz ve sadece kum…

İşte o yüzden boğazda sürüşe başlamamla birlikte, sağ tarafımdan saatte altmış kilometre hızla esen rüzgar o kumları alıp her biri birer iğneymiş gibi bedenime saplamaya başlıyor. Ve o kum denizinin ortasındaki tek şey olan yol için o anda aklıma gelen tek bir tanımlama var; Sırat Köprüsü…

Sürüş çok yıldırıcı ve zorlu olmasına rağmen yine de o güzellik karşısında dayanamayıp, yolun tam ortasına geldiğimde durarak bu muhteşem manzarayı kaydetmek için üç yüz altmış beş derece video çekmeye başlıyorum.

Kumlar ağzıma, burnuma ve kulağıma doluyor. Ama çantadan bir şey çıkarıp kafama sarmanın imkanı yok. Gözlüklerim göz çevremi kapatıyor olmasına rağmen yine de gözlerimi zar zor açabiliyorum.

Yine de pes etmeyip Karayel’i alarak kum denizinin içine doğru yürüyorum. Bu kadar yol teptikten sonra bu muhteşem yerde fotoğrafını çekemezsem gözlerim açık gider herhalde…

BURAYI ANLATMANIN PEK BİR YOLU YOK

Ve fotoğrafların ardından sırat köprüsünü bitirip yine bir tepeyi aştıktan sonra Dakhla yarımadasına ama tabiri caizse bambaşka bir dünyaya düşüyorum.

Rüzgar çekilip gidince etrafımı adamakıllı görebilmeye başlıyorum. Az önce içinden geçtiğim, doğanın gemi azıya aldığı o hırçın boğazın ardından burası tıpkı bir cennete benziyor… Göz alabildiğine uzanan kumsalın üzerinde onlarca, yüzlerce rengarenk uçurtma minik kelebekler gibi uçuşup duruyorlar.

Dünyanın dört bir yanından neden uçurtma sörfü yapmak için buraya geldiklerini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Burada rüzgar az önceki gibi hırçın olmasa da yine de güçlü ama sırtını rüzgara siper eden korunaklı körfezde neredeyse hiç dalga yok.

Durup biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama burası gerçekten eşsiz ve ciddi ekipman olmadan hakkını vererek görüntülemek imkansız.

Yol boyunca sağlı sollu sıralanan bungalowlardan oluşmuş tatil köyleri, denizin içine doğru yüzlerce metre uzanan kumsal üzerinde park etmiş minibüsler, karavanlar ve arabalar ile burası tam bir uçurtma sörfü mabeti gibi duruyor. Ne tarafa baksan görünen rengarenk uçurtmalar sayesinde etrafta tam bir şenlik ve karnaval havası var.

VE ÇÖLLE HESABIMIZ KAPANIYOR

Bu güzel manzaranın eşliğinde son kilometrelerimi de tamamlıyorum. Büyükçe bir takın altından geçerek girdiğim Dakhla’nın uzun bulvarı şehrin merkezinde son buduğunda yolculuğum da sona eriyor.

Beş gün, sekiz yüz elli kilometre yol, bol bol çöl, okyanus, soğuk, sıcak ve her türlü rüzgarın ardından son kez Karayel’in frenlerini sıkıyorum.

Ve durmamızla birlikte yine o muhteşem duygu her yerimi kaplıyor. Kendimi yine her şeyi yapmaya muktedir ve bu yüzden son derece özgürleşmiş hissediyorum.

Ha bir de unutmadan; çölle Avustralya’dan kalan hesabımız da böylece kapanmış oluyor. Onun tadı bir başka tabii ki…

KENDİMDEN KENDİME YOLCULUK

Yine benim için epik bir yolculuğun daha sonuna geldim. Başta da söylediğim gibi kendimi ifade edebilmek için yaşadıklarımı yazmaya ve sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü bu gezileri neden yapıyorsun dediklerinde bir cümle ile; “İşte bunun için.” diyerek anlatmam imkansız.

Ne aradığımı tam anlatamıyorum belki ama tek söyleyebileceğim bu turlarda o aradığım ruh haline oldukça yaklaştığım. Sanırım modern hayattan yeterince uzaklaştığım için içimdeki düğümler çözülüp, kilitlenmiş çeşmeler bir bir açılmaya başlıyor. Ve kendimi yeniden bu dünyanın bir parçası, gerçek bir insan gibi hissedebiliyorum.

Galiba açmazımız da burada yatıyor. Açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bedenlerimizi ve düşüncelerimizi, modern şehirlere hapsetmek zorunda kaldığımızda ister istemez arıza çıkmaya başlıyor.

Evet, kaçınılmaz gelişim sürecinin evrelerinden birisi olan modern hayat o kadar da kötü değil aslında ve bizi geleceğimizin giriş kapısına hazırlıyor belki ama zorlanıyoruz... Bedenimizden özgürleşip (bu nasıl olur emin değilim; belki benliklerimiz bilgisayarlara transfer edilecek, belki de direk bulutun bir parçası olacağız ama bunun kaçınılmaz olduğu artık bence aşikar) yeni ufuklara doğru yol almanın arefesindeki doğum sancısı bu yaşadıklarımız sanki...

Ve bence asıl önemlisi şu ki; aslında bu yüzden iki ben ile yaşıyor olmuşuz hepimiz!

Çok uzun bir zaman boyunca açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bir tanesinin hiç bir şeyine hükmedemiyoruz. Ne nefes almasına karışabiliyoruz, ne ne düşüneceğine karar verebiliyoruz, ne de ne hissedeceğine. Sanki içine hapsedildiğimiz, bize sormadan kendince takılan robot gibi bir şey işte. Bize sormadan kalbi atıyor, karnı acıkıyor, çişi geliyor. Hiç bir dahlimiz olmadan düşünceler üretiyor. Ve yine bize hiç danışmadan aşık oluyor, kızıyor hatta su kaynatıp deliriyor…

Ama bir diğeri de var ki, bence gerçekten bizi biz yapan ve geleceğimize taşıyacak olan o… Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin veya hissettiklerimizin iyi veya kötü olduğunu takdir ediyor ve doğrusunu yapabilmemiz için gereken cesareti verecek iradeyi sağlıyor.

Bu dünyaya ait o biyolojik robottan yola çıkıp, bizi gerçekten biz yapan o iradenin rehberliğinde, içimizde tomurcuklanan hayalleri takip ederek bize çağ atlatacak öteleri arıyor olmak... Bir ayrıcalık gibi görünse de aslında çokca fedakarlık isteyen ve zor bir görev bu...

İşte ben de o görevi gerçekleştirebilmek için; giderek yabancılaştığı o benliğiyle barışıp, daha sonra oradan yola çıkarak kendi iradesiyle arzuladığı varlık olmaya çalışan, yani aslında sadece “Kendinden Kendine Yolculuk” yapan birisinden başka bir şey değilim aslında.

Hepsi bu...


Sevgilerimle…
Kartal Kendirci
İstanbul, Şubat 2020.

Stacks Image 2967
Stacks Image 2969
Stacks Image 2971